“Sana geliyorum.
Yolum uzun, ayakkabılarımın içinde
tomurcuklar; her toprağa bastığımda yabani
çiçeklere dönüşüyorum.
Yüreğimde asfalt sıcağı bir sıcak.
Dilimde paslanmış şiirler, boğazım kuru; bir
vaha bulmak için çırpınıyorum.”
Anlam veremiyorum Edwin!
Herkesin dilinde bilindik masallar, kahramanlar hiç değişmedi.
Teknoloji bağımlısı insanlar, maneviyat kelimesini unutanlar, eskimiş kitapların kokusunu bile bilmeyen bir topluma neler yapabiliriz ki…
Bir yapı var, bu yapı ki bizi ilk çağa doğru geriletiyor.
Gazeteden sofra yapan nesillerin yerine lükse kaçan bir nesil kaldı.
“Doksanlar” diye özlem çekenler, çocukluklarının tadını çıkaranlar ne şanslılar.
Bize ne oldu? Nasıl bu hale geldik?
Atalarımız yok, doğallığımız yok, odundan ısınan evlerimizi Ortadoğu’nun zehri mesken tuttu.
Savaşlar adil değil, dünya sağır, vicdan azabı çekmek eylemi bütün kitaplardan silindi.
Dinler değişti; minarelerin, kilise duvarlarının üzerine günahlar yazıldı, yuva kurmak için kırk yıl çalışanlar boşandı.
Her şey istedikleri gibi gidiyor.
Bu düzeni izleyenlerin olmadığını mı sanıyorlar?
İzleniyoruz Edwin, yakında baş edemeyeceğimiz güçler ortaya çıkacak.
İnsanlık tarihinin sonunu getirecek başka yaratıklar, dört gözle bizim daha fazla bu oyunun içinde olmamızı bekliyorlar.
Toparlanmalıyız, bu teknolojilerin hayatımızı kolaylaştırmak adına geliştiği düşünülen masallara ait kahramanlar çoğalmadan onları durdurmalıyız.
Bu teknolojilerin gelişmesine, ilerlemesine izin veriyorlar Edwin!
Her şey onların istedikleri gibi gittiği için bu kadar kolay oluyor farkında değiller.
Bunları lehimize çekmezsek ne olur hiç düşündün mü? Beni anlıyor musun?
Deli olduğumu düşünebilirler, sen de düşünebilirsin; ama beni -eğer hatırlamak için vakitleri ve nesiller olursa- bu cümlelerimle hatırlayacaklar.
Kitap şu cümle ile bitiyordu:
“Gözyaşların, yanaklarından gamzelerini teğet
geçerek dudaklarındaki rujdan birer parça alıp
aktığı an ben ölmüştüm zaten.”
“Yol yorgunuyum, bana dokunma. Bu şehrin çocuğu da değilim, hangi sokak nereye çıkar bilemem. Şehrin kaldırımı da yok. Yüzlerce insan, mini eteklileri kovalayan adamlar sabah uyandığında her şeyi unutacaklar. Benimse heybemde kocaman hayal kırıklıkları; oysa gelene kadar dökülür sanmıştım. Ne azaldı, ne delindi heybem; seni her yerde taşımak zorunda mıyım? Sana dair her şey tenime işlenmişken sen meğer hep hoşçakalmışsın, ben hep başıboş; olsun.”