Evlilik kişiseldi, düğün sosyal. Düğün, kişilerin en mahrem hayatlarına, gürültü nispetinde yapılan müdehale demekti. Düğün büyüdükçe gelin ve damat küçülür, toplumun oyuncağı haline gelirdi.
Kendimi hep başka bir yere, başka bir dünyaya ait hissettim. Ama o dünyanın neresi olduğunu hiç bilemedim. Hep orayı bulmaya uğraştım. Orayı kendim edinmek istedim.
Bihter, dışarıdaki hayatı normal bir insanın yaşadığı gibi değil, ama sanki edebiyatı yaşıyormuş gibi yaşıyor, buna karşı, içimde yaşayan edebiyatı bir türlü olduğu yerden dışarı çıkaramıyor ve hayata geçiremiyordu.
Hayat zor bir sınav gibi ağır ilerlemekteydi. Etrafımda başımı döndüren dünya inanılması çoğu zaman güç gelecek kadar hızlı ve karmaşıktı; bense bu hıza, bu karmaşık düzene ayak uydurabilmek, bu keşmekeşin içinde kendime bir yer edinebilmek için son derece yavaş, yetersiz ve acemi kalıyordum.
İnsan her zaman sırtında geçmişiyle gezer. Geçmişi, ne yaparsa yapsın, silinmez, değişmez, yakasını bırakmaz, onunla birlikte yaşar ve her gittiği yere de peşinden gelir. Bu yüzden en güzeli ona arka dönmek değil, onunla açıkça yüzleşmektir.
Bir evi, o evin kadınına ait görmez miyiz içten içe? O evi o ev yapanın, içinde yaşayan kadın olduğunu düşünmez miyiz? Ve ortada bir suç, bir mesuliyet, bir görev olduğuna inandığımızda, onun nesnesi olarak kadını görmeye meyilli değil miyizdir her zaman?
İnsan, hiçbir şey yapmadan da bir yerlerde
birilerinin ölümüne yol açmaya devam ediyor. Evinizde televizyon izleyip telefonla oynarken; bir yerlerde birilerini şanssız, kendimizi şanslı olarak görüyoruz. Açlık çeken bir ülkede insanların ölmeyi beklemesi, bizim suçumuzdur. Bilinç sorumluluk yaratır. Bizler sorumluyuz.
Bugün de birileri köle gibi çalıştırılıyor; uzaklardan gelen uçaklar komşu ülkenizi işgal edip insanları öldürüyor. Afrika’da ölen insanlarla ilgili “onların kaderi” gibi bir düşünceye sahip olduğumuz sürece, Kızılderilileri öldüren gemicilerden bir farkımız yok.