Yıllardır bu evde duymadığım, çok eski, bildik bir koku çarptı burnuma: Yemek kokusu.
Kapıyı kapatıp öylece kaldım sofada. Bu evin kapısını açıp içeri girdiğimde, bu yemek kokusunu duyduğumda aşina olduğum bir ses gelirdi içeriden.
"Nevzat sen misin?"
Sevgi dolu bir ses, evinin direği olarak gördüğü kocasının dönüşünü bekleyen bir kadının şefkat yüklü sesi. Karımın hiçbir zaman unutamayacağım sesi. Artık hiçbir zaman duyamayacağım bir ses. Ardından şu köşedeki küçük odadan, beni kucaklamak için sevinçle fırlayan, iri gözlü, zayıf bir kız çocuğu. Benim kızım, Aysun... Boğazıma bir yumruk düğümlendi. Yıllardır bir türlü yakamı bırakmayan o yoğun keder usulca kıpırdandı içimde. Sol tarafımda, tam kalbimin üzerinde derin bir sızı hissettim. Başım döndü, düşecek gibi oldum. Sırtımı az önce kapattığım kapıya dayadım. Birden duvardaki resimlerin, sofadaki küf yeşili koltukların, babamın kendi eliyle yaptığı ahşap masanın, yerdeki eski halının renklerinin birbirine karıştığını, görüntülerinin bozulduğunu fark ettim. Ne oluyordu bana? Ağlıyordum, farkına bile varmadan, kendiliğinden sessizce dökülüyordu gözyaşlarını. Artık kabuk bağladığını düşündüğüm bir yara açılmış, için için kanıyordu. Evet, onları unuta- mamıştım, hiçbir zaman da unutamayacaktım. Onlar sadece karımla kızım değildi. Onlar benim için konulmuş bir bombayla öldürülen iki masumdu. Eğer biri ölecekse o ben olmalıydım. Fakat adına kader, raslantı ya da ne dersek diyelim, o belirlenemez, önceden kestirilemez, denetlenemez olaylar zinciri, isteğimize göre sıralanmıyordu işte...