Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Elif

Elif
@turuncgil
"tanışma" mesajlarına cevap vermemekteyim. (Kitap, fikir ve görüş tartışmak için mesaj atan nitelikli okurları tenzih ederim.)
Birden yüzünü elleriyle kapadı: <<Neler söylüyorum... Bütün bunlar asla gerçekleşmeyecek düşler... >> Tedirgin bir yılgınlık kaplamıştı Wandayı. Onu hiç böyle görmemiştim. «Neden gerçekleşmesinmiş bu düşler ?» <<Çünkü kalktı artık kölelik.» <<Öyleyse, köleliğin sürdüğü bir ülkeye gidelim; Doğu’ ya gidelim, örneğin Osmanlı’ ya..>>
Sayfa 98 - Bilgi
Reklam
<<Anlaşıldı, siz de o düşlerinin erkeğini arayan histerik, zavallı dişilerden yanasınız; o uyurgezerler, erkeğin hası nasıl olur bilmezler. Acılar ve gözyaşları içinde Hıristiyanlık ödevlerinde de kusur ederler. Aldatarak, aldanarak her Allahın günü ararlar, seçerler, yine cayarlar. Hiçbir zaman ne mutlu olabilirler ne de mutlu kılabilirler.
Sayfa 42 - Bilgi
Kürtaj haktır
Alice Miller, (görünür şekilde) ağır istismara uğrayan çocuklarının tamamının istenmeyen çocuklar olduğu, ailelerin, istemedikleri çocuklara kötü muamele ederek onlardan intikam aldığı gerçeğine dikkat çekiyor ve “Anne olmak istemeyen bir kadını, anne rolüne zorlamak insan toplumuna karşı bir suçtur.” diyor. 1989’da Katolik kilisesi, kürtajın büyük bir günah olduğunu inananlara bildirmek için Berlin’de on beş dakika boyunca çanlarını çalmış. Bunun çok şaşırtıcı ve büyük bir olay olduğunu söyleyen Alice Miller, şöyle yazmış: Çanlar, insanları çocuk istismarından uzak tutmak için çalmamıştı. Hitler bütün Avrupa’da insanları kitleler halinde sürgüne gönderdiğinde, Stalin milyonlarca insanı öldürttüğünde, kiliseler çanlarını çalmamıştı. Hâlbuki yurtdışındaki kiliselerin Stalin’den korkmaları için bir sebep de yoktu. Çavuşesku halkına zulüm yaparken, güvenlik servisine erkek olarak eğitmek için, çocukları kullanırken ve daha sonra onları kurşunlatırken, kiliseler çanlarını çalmamıştı. Ama şimdi, daha fazla arzu edilmeyen çocuğun dünyaya gelmesini sağlamak için tam çeyrek saat çanlarını çaldılar.”
Sayfa 287

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Siz çocuklara kurban edilebilecek varlıklar olarak yaklaşırsanız, onları kurban ettiğiniz değerler ne kadar yüce değerler olurlarsa olsunlar, çocuklar büyüdüklerinde kendilerine reel ya da sembolik diktatörlükler yaratır ve diktatörlerine sizin çocuğa şiddetinizle doğru orantılı bir sevgiyle bağlanırlar, baskıyı ve zulümü normalize ederler, bunları benliklerini ezen durumlar olarak görmezler. Bir çocuğa sizin ona çektirdikleriniz karşısında acısını ifade etmeyi yasaklamakla bir devletin bireylerine bireyin acısını ifade ettiği biçimleri yasaklaması arasında fark yoktur; bunlardan biri yaşanıyorsa, o toplumda diğerinin de yaşanılması kaçınılmazdır. Nitekim bugün içinde yaşadığımız siyasî konjonktür, anne-babanın kendisine yapılanı çocuğuna yaparken onda kötülük görememesi gibi, onlarca yıldır zulüm ve baskı görmüş bir kesimin şimdi aynı baskının tersi tarafından yapılmasını anormal görememesinden kaynaklanıyor. Atalarımızın bebekken dövüldüğü, anne-babalarına söz söyleyemediği ve daha birçok şey doğduğumuzda nasıl beden hafızamızda mevcutsa, şimdiki nesiller de anne-babalarının ve öncesinin yaşadığı acıları gizli bir yerde hissederek doğuyorlar.
Sayfa 261
Öyleyse bir tosunun ölü bedeniyle bir insanınki arasında çok fark var mıdır? Parçalara ayrılmış dudaklar, birbirine girmiş iç organlar, fazlasıyla benzer: ilkinin kesimi ikincisinin katlini kolaylaştırır.
Sayfa 12
Reklam
Nitekim bizim böyle bir kötülüğü nasıl yapabildiğine akıl sır erdiremediğimiz hemen herkes, yaptıkları kötülüğün iyilik olduğuna son derece kâni şekilde yapıyor o kötülüğü. “Evet, Yahudilerin ölmesi onlar açısından bakarsak kötü olabilir. Ama Yahudilerin ölmesi dünyayı daha iyi bir yer haline getirecekse bu ölüm iyi bir şey. 'Büyük iyilikler’ için böyle küçük kötülükler her zaman elzemdir.” diyor Naziler. Birine kasıtlı olarak kötülük yapan biri, kendi iyiliğini “greater good” (daha büyük fayda) gördüğü için yaptığı kötülüğün totalde iyi bir şey olduğunu düşünüyor. Konu ister vatan olsun, ister aile/toplum, ister kişisel konular, iyi bir şeyler için birilerinin ya da bir şeylerin “feda edilmesi” gerektiği düşüncesi, kötülüğün en yaygın kaynağıdır.
Sayfa 243
Sevgi, sevdiğimiz insanın iyiliğini değil, mutluluğunu istemektir. Kimsenin kimseye iyilik tayin etmeye, o ya da bu şekilde davranırsa onun bu kişinin iyiliği için olacağına dair kendi fikrini dayatmaya hakkı yoktur. Her insanın gerçekliği başkadır. Bu gerçekliğe hiçbir zaman saygı gösterememiş, çocugunun mutluluğuna vaktiyle engel olmuş ve hâlâ da bu şekilde davranarak engel olmaya devam eden bir anne-babanın çocuğuna sevgisi nasıl bir sevgidir?
Sayfa 203
Çocuğumuzun “iyi evlat/yeğen/torun”, “iyi öğrenci”, “iyi vatandaş” olmasını istememiz de çoğunlukla “başkaları” düşüncesinden doğar. İyi Toplum Yoktur'da, sünnet töreni, nikah töreni, düğün gibi sosyalleşme biçimlerinin aslında ne kadar sinsi amaçlar güttüğünü irdeliyorum. Toplumsal biçimlerin çoğu, “başkaları” düşüncesi ile birlikte işleyen, “başkaları” fikrini çocuğa ve bireye yerleştiren, göründüğü şeyden çok daha derin fonksiyonlar ve yaptırımlar ihtiva eden baskılardır. Bunlardan “okul”u konuşmuştuk. Okulun çocuk üzerindeki olumsuz etkilerini takdir edenlerin dahi ilk kaygısı “Evet, ama çocuk başka türlü nasıl sosyalleşecek, arkadaş edinecek?" oluyor. Bize, okulun çocuk için muhtemel en iyi sosyal alan olduğu öğretildiği için böyle düşünüyoruz. Ama okul gerçekten de çocuğun sosyal beceri kazanması ve sosyal ihtiyaçlarını karşılaması açısından en iyi yer midir? Okul, hiyerarşiye dayalı rijit, kapalı bir yapı içinde işliyor. Okuldaki kimi öğrencilerin diğerlerine akran zorbalığı uygulamasının nedeni, bu öğrencilerin kendilerinin de okulun hiyerarşik yapısını içselleştirmiş olması. Bu öğrenciler, okuldan öğrendikleri hiyerarşiyi kendi aralarında yeniden yaratmaktan başka bir şey yapmıyor aslında.
Sayfa 126
Örneğin , “zenci”; “siyahi”, “siyâh", "Afrikalı-Amerikalı” ve “beyaz olmayan” aynı insan hakkında konuşurken teknik olarak kullanılabilir. Ancak tarihsel yükleri bu sözcüklerin her birine farklı çağrışımlar verir, öyle ki bilinçli bir şekilde hangisini seçeceğimiz konusunda güçlü tercihlerimiz vardır. Sözcükler ve onları kullanma biçimlerimiz köklerini her zaman, zaman ve mekândan alır.
Sayfa 38
İktidar sahibi insanlar hep et yemişlerdir. İşçi sınıfı karbon­hidratlardan oluşan bir karışımı tüketirken, Avrupa aristokra­sisi her çeşit etle dolu büyük öğünler yemiştir. Beslenme alış­kanlıkları yalnızca sınıfsal ayrımı açığa vurmaz, aynı zamanda ataerkil ayrımı da belli eder. Kadınların, ikinci sınıf yurttaş­ların, ataerkil kültürde ikinci sınıf sayılan yiyecekleri yemesi daha olasıdır: etten ziyade sebzeler, meyveler ve tahıllar. Et ye­medeki cinsiyetçilik sınıf ayrımlarının altını yeniden çizerken bir de anlam sapması doğurur: Tüm sınıflara nüfuz etmiş olan etin erkeksi bir yiyecek olduğu ve et yemenin bir erkek faaliyeti olduğu miti.
Sayfa 76
Reklam
Feminizm de marjinalleştirilmiş, şeytanlaştırılmış, alay ko­nusu edilmiş ve görmezden gelinmiştir; zira toplumu temelden sarsar. Nostalji ruhun rahatlatıcı gıdasıdır ve ondan vazgeçip tarihi düzgünce (bütün insanları ve bütün hayvanları kucak­layacak şekilde) yeniden yazmak, halkın alışageldiği arketip- leri reddetmektir: güçlü baba, destekleyici anne, kahraman şövalye, hassas genç kız. Et yeme gibi, kadının itaatkâr rolü de yüceltilir; faydaları sakıncalarından çok daha fazla methedi­lir. Kuşe kâğıda basılmış, gösterişli bir dergi okumak, pamuk şeker kokusu gibidir. (Giyinmek için saatler harcamak keyfin doruk noktasıdır.) Filizlenmekte olan gençlik döneminde mu­sallat olan ilgi [erkek bakışı], bir noktadan sonra hiçbir çıtırın eksikliğine katlanamayacağı bir şeye dönüşür. Kadınlar kendi ezilmişliklerinde suça ortak olur. İktidar dış güzellik ve cinsel kurnazlıklarla sınırlı bir süreliğine elde edilebilir. Ali Cengiz oyunu, beyaz olmayanların ya da hayvanların zapt edilişinde daha görünürdür. Mutlu anneciklerden' gülümseyen ızgara­lık piliçlere dek şiddete maruz kalanlar, yüzyıllardır onlardan beklenen görevleri yerine getirmekten keyif alıyormuşçasına resmedilmiştir.
Sayfa 62
Dört yaşında bir çocuk olarak ayırdına vardığım şey o za­mandan beri zihnimden silinmedi. Hayvan sömürüsü bizi şiddeti normal, rasyonel, gündelik bir hadise olarak görme­ye koşullandırır. Bu, farklı cinsiyetler, renkler ve sınıflardan insanları birleştirerek veya bölerek toplumun her alanında meydana gelir. Annem bana feminizmi bu kitapla ve başka ki­taplarla tanıttı ve tahakkümler arasındaki bağlantıyı gösterdi. Cinsiyetçiliğin “zararsızlığı” metalaşmış canlı varlıklar kültü­rünü destekler ki o varlıklar oldukları gibiyken yeteri kadar bulunmadığı için yönetici sınıfın heveslerine göre süslenmek, sergilenmek ve parçalarına ayrılmak zorundadır.
Sayfa 60
“Herhangi bir amaç için olduğumuzu düşünmüyorum. Bizler sadece evrimin ürünleriyiz. Diyebilirsiniz ki ‘Vay be, bir amaç olduğunu düşünmüyorsan hayatın oldukça kasvetli olmalı? Fakat ben iyi bir yemek yemeyi severim.” Gerçekten iyi bir yemek yedik de.
Sayfa 102
Evcilleştirilmiş hayvanları olan insanların bu hayvanları yemek aklının ucundan bile geçmez. İnsan harici arkadaşlarımızla kurduğumuz ilişkiyi yiyecek için kullandığımız hayvanlarla da kurmaya başlarsak onları yemeyiz.
Sayfa 80
Sam Harris, İnancın Sonu isimli eserinde şöyle yazdığında aslında çok fazla alaycı değildi: Mantıksal hiçbir gerekçesi olmayan inançlar barındıran insanlara taktığımız isimler vardır. İnançları oldukça yaygın olduğundaysa bu insanları “dindar” olarak adlandırırız; aksi takdirde bu insanlar “deli”, “psikopat” ya da “kuruntulu” olarak adlandırılacaktı... Açıkça, sayılarının çok olması bu insanları aklı başında gösterir. Ve Yaratıcının, yağmur damlalarını yatak odası pencerenize Mors alfabesiyle çarptırarak sizinle iletişim kurduğuna inanmak zihinsel bir hastalığın göstergesiyken, bu yaratıcının düşüncelerinizi duyabildiğine inanmanın toplumumuzda normal olduğunun düşünülmesi aslında basit bir tarihsel kazadır. Ve dindarların genellikle deli olmayıp, inançlarının özünün delice olması da öyledir.
Sayfa 91
496 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.