Bu ağır tehditlerin oluşmasının temel sorumlusu, çürümüş olan siyasal ve bürokratik elitin Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu ideolojisi olan Türk Milliyetçiliğinden, Mustafa Kemal Atatürk'ün vefat ettiği günden sonra her geçen gün biraz daha uzaklaşması ve 19 Mayıs 1944'te Cumhurbaşkanı İnönü'nün Türk Milliyetçiliğini açıkça suçlayan konuşmasından itibaren Türk Milliyetçiliğinin terk edilmesidir.
Küreselleşme ve onun ürünü olan etnik milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti'nin dayandığı temelleri ortadan kaldırma doğrultusunda önemli bir mesafe kaydetmiştir. Türkiye, bir ulus devlet yapısından, çok kültürlü federal yapıya hızla sürüklenmek istenmektedir.
Türk milliyetçiliği siyasal bir program olmaktan çıkmış/çıkarılmış ve Türkiye-Brezilya futbol maçında bayrak sallama şeklindeki bir amigoluğa indirgenmiştir.
1920 yılında, dünya müslümanlarının ancak %2'si, 400 milyonun 10 milyonu, yani Sakarya ile Aras Nehirleri arasında yaşayan Türkler özgürdür. Onlar da, kelimenin gerçek anlamında, bir ölüm kalım mücadelesi vermektedirler.
Öte yandan dış dinamiklerin etkisi ile Türk devlet yönetimine önce KGB tarafından, etnojenez tezine dayanan, Türkiye'nin bir mozaik olduğu efsanesi kabul ettirilmiştir. Şimdi, içinde Türk olmayan bir Türkiyelilik tezi, Anadolu'da Türklerin esas azınlık olduğu ama devleti haksız yere gasp ettiği zemininde beyinlere kazınmaya çalışılmaktadır.
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tutku niteliği taşıyan tam üye olma isteği, Avrupa Birliği'nin Türkiye üzerinde hegemonik bir kontrol oluşturmasına neden olmuştur.
Milliyetçiliğin tarihin derinliklerindeki başarılar ile övünme ideolojisi değil, milletin geleceğini tasarlamaya yarayan politik yaklaşım olduğunu Türk milliyetçileri artık hatırlamak zorundadırlar.
AB yanlış bir algılama ile ''demokrasi-insan hakları-serbest piyasa ekonomisi ve modernleşme'' dörtlüsünü gerçekleştirmenin tek aracı olarak görünecektir. Oysa bu, doğru değildir.