Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Rojen

Rojen
@weisserose
Sıkı Okur
2 okur puanı
Kasım 2023 tarihinde katıldı
Şu anda okuduğu kitap
“Her taşın bir hikâyesi vardır. Jeolog ise taşın masalını anlatandır!”
Reklam
ritim nasıl ortaya çıktı?
İlkel insan bir gece, mağarasında yatarken kulağını yere dayamış, uyumaya çalışır. Ancak tam sessizliği yakalamışken kulağıyla kafasını dayadığı taş arasında bir ses duymaya başlar. Korkup derhal kulağını taştan çeker ve ses kaybolur. Sonra tekrar kafasını yan çevirmiş şekilde taşa yatırdığında sesin yeniden geldiğini fark eder. Tekrarlanan bir sestir duyduğu. Eşit aralıklarla tekrarlanan kısa bir ses. Bu insan kalp atışını duymuştur. Ve insanın maymundan geldiğine dair en büyük kanıt olan taklit yeteneği devreye girer. İki cismin çarpışmasının sonucu olduğuna kanaat getirdiği sesi, eline aldığı bir taşı yere vurarak kulağından çıkan ritme uydurur. Bir süre kalp atışına uygun olarak yapar. Sonra kafasını yerden kaldırır ve sadece elindeki taşı aynı hızda yere vurmaya devam ederek nabzını taklit eder. Buradaki tek müzikal unsur tekrardır. Tekrar ritimdir. Ve ritim kulağın içinde duyulan kalp atışıdır. Daha sonra ilkel ses hızlanarak, yavaşlayarak başka ritimlere yol vermiştir. Ve insan tekrarlanan çarpışma seslerinin çeşitliliğinden günümüz davullarına gelmiştir. Hatta günümüz “drum’n’bass” stilini icat etmiştir...
üç ana eylem
İlkellik mıknatıs gibidir. Dev bir mıknatıs. Biz istemesek de, vücudumuzdaki demir ona doğru gider. Beynimize işlenmiş bir ilkel insan dövmesiyle doğarız. Yemek, uyumak, bağırsaklarımızdakileri çıkarmak dışında yaptığımız her şey fazladandır. Üremek dahil. Geriye kalan her şey uydurulmuştur. Dünya uydurulmuştur! Caddeler, evler, giysiler... Her şey. O üç eylem dışındaki her şey! Aşk, siyaset, tıp, savaş. Bunların hepsi insanoğlunun boynuna astığı aksesuvarlardır. Teker teker hepsinden kurtulunur ve üç ana eyleme dönülürse insanlık kendini hatırlayacaktır. Bunların yerine getirilebildiği dev bir yatakhane olmalıydı dünya...

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Dünya boşuna dönüyordu. Kaza yapıp ters dönmüş bir arabanın boşa dönen arka lastiği gibi! Hiçbir işe yaramıyordu. Belki bir palmiye yaprağı bağlansa ilkel bir vantilatör yapılırdı. Ama dünyaya ne bağlanırsa bağlansın, durmadan dönmesi yararlı bir hale getirilemezdi...
Topraktan nefret ediyorum. Attığım her adımda bugüne kadar içine gömülmüş ve karışmış milyarlarca yaratığı düşünüyorum. Ölümün üstünde yürümeyi sevmiyorum. Ve dünya aklıma sadece bunu getiriyor, içine gömdüğü milyarlarca ölüyle. Birinin burnu, diğerinin ayakları. Bunların üzerine basarak gidiyor milyarlarca insan işine, okuluna. Hepimizin bastığı yerde bir ceset var. Hepimizin altında bir ölü var. İnsanlık gömdüğü yakınlarının üzerinde yürüyor. İnsanlık ölümün üstünde duruyor. Koşuyor, spor yapıyor...
Reklam
tepsiden kayamamak.
Dünya yuvarlak değil! Dünya bir tarafı yukarıda olan oval bir tepsi. Hepimiz kayıyoruz. Gümüş bir tepsiden düşüp kırılan kristal bardaklarız. Ruhum kayıyor. Ayağım kayıyor. Ama çok küçük yaşlarda kayak öğrenmiş bir çocuk gibi kimseye çarpmadan hayatının slalomlarını atan biri de değilim. Daha çok, kaba bir kızağın üstünde önüne çıkan herkesi
Hiçbir şey geçerli değil benim için. Bütün kurallar, hayat tarzları, ideolojiler geçersiz bana. Hepsi. Provizyonu bitmiş bir kredi kartı kadar geçersiz bu dünya! Bir makasla kesilip iptal edilmesinin zamanı çoktan gelmiş. İptal edilmeli. Bir an önce! Sağlam bir elektrikli testere bulsunlar bana. Ben yaparım. Keserim dünyayı ortasından. Fazla sürmez! Birkaç yüzyılda biter işim. Benim zamanım var nasıl olsa. Hiçbir yere gitmiyorum.
her şey uyar, anything goes
Eskiden beni gerçekten sevmiş bir kadının sözleri aklıma geldi: “Daha çok erken! İçme!” Ve benim kendisine verdiğim yanıtı düşündüm. Hep aynı yanıt. “Şu an saat bir yerlerde gece yarısını geçti bile!” Ve mutfaktakiler aklıma gelince bu cümle biraz değişip yeni bir hal aldı. “Şu an, bir yerlerde iki insan doğdu bile!”
Gecenin Sonuna Yolculuk
“Yol! Gitmek. Uzaklaşmak. Doğduğun yerin çok uzaklarında ölmek. İnsanı insan yapan bunlar. Tanrı bile gitmemizi istiyor. Bu yüzden dünyayı bu kadar büyük, insanları bu denli küçük yaratmamış mı? İngiltere’den ayrıldıktan sonra kendimi çok kötü hissediyordum. Adadan ilk çıkışımdı ve bindiğim geminin güvertesinde ayaklarım titriyordu. İngiltere’nin
yalnızlık içinde tek kişilik ruh taşıyanlar için dayanılmazdır
Kendime “Bu kadar yalnız kalınabilir mi?” diye sorardım. “Sosyal hayvan insan, dayanabilir mi kimsesizliğe?” Ama artık biliyorum yalnızlığın korkulacak bir yanı olmadığını... Tabii bunu ruh sağlığı yerinde ve içlerinde tek bir kişilik taşıyanlar için söylemiyorum. Sözüm benim gibi içinde binlerce ruh taşıyanlara, Uzakdoğu efsanelerindeki canavarlar gibi yedi kafalı tek bedenli insanlara. Ben hep kalabalık oldum. Şehrin uzağındaki bir semte giden, günün tek otobüsü kadar kalabalık. Tıkış tıkış! Herkesin üst üste olduğu bir otobüs kadar. Dolayısıyla iyi geldi bana yalnızlık. Kendime yeterince zarar veriyordum. Ve bir de dünyanın vereceği zararları ortadan kaldırmanın imkânı olmadığına göre, yoklarmış gibi davranarak yalnızlığı seçmek en doğrusuydu... Yalnızlık kurşun geçirmez. Dostluk, aşk, aile geçirmez. Hiçbir şey geçirmez. Dışarıdan sokmadığı gibi içeriden de çıkartmaz. Cerahat yapar. Antibiyotiğini de kendinde besler. Yeter ki nerede olduğu bulunsun... Ruhun nerede olduğunu düşünürüm bazen. Vücudumun neresinde? Sonra karar veririm. Ruhum, bedenimin bittiği yere kadar...
Reklam
Ne ölüm, ne de hayat! Hiçbiri kovalamıyor beni rüyalarımda. Hiçbirin eli bana değmiyor. Çünkü ellerim ceplerimde hiç olmadıkları kadar. Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı. Hepsi dar geldi. İnansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim. Okyanuslar kırmızı olurdu. Pıhtılaşmış kanlardan siyah dağlar yükselirdi. Ama inanamadım. Bir türlü inanamadım... Bütün hayat bir illüzyon. Benim gibi, Kayra gibi...
Ben de sıyrılabildiğim her şeyden sıyrıldım daha uzağa gidebilecek kadar hafif olmak için. Ama olmadı. Terk ettiğim her şeyin ağırlığı binle çarpılıp, beynime yerleşti. Hafiflemek bir tarafa, daha da ağırlaştım. Söküp attıklarım tonlarca kâbus olup döndüler bana...
loneliness is dead
Yalnızlık moda olsun, renklerini ben seçeyim! Sadece kendi sesim yankılanıyor duvarlarda. Yıllardır hiçbir şey yapmıyorum. Hiçbir şey başaramıyorum. Başarıyı, iki elimi havaya kaldırıp yerimde zıplamayı çok uzun zaman önce bıraktım. Tek başarım ölmek olacak. Çok güzel öleceğim. Mükemmel öleceğim. Bütün doğa kanunlarına uygun “conventionnel” bir ölümüm olacak. Bunu düşünerek yaşıyorum. Suyun üstünde sektirdiğim bir taş gibi en fazla yedi kez titreyeceğim. Sonra da bitecek. Düşüncelerine susturucu takılmış bir insan olsaydım eğer korkardım ölümden. Ama o kadar uzağım ki sessizliğe...
Ama matbaadan çıkmış bir kitaba inanmamı beklemek, zekâmla alay etmek dışında benden insanın kötülüğünü de unutmamı beklemek olur. Tanıdığım o iğrenç türü de unutursam bir gün, inanırım elbet yazılanların hepsine...
teori ve pratik ilişkisi? sanmam.
Eskiden hayata farklı bakanlar bulurlardı beni. Gerçek entelektüeller, anarşistler, nihilistler... Mıknatıs gibi çekerdim toplumun dışında yaşamayı seçmiş Robinson Crusoe’ları. Ama şimdi seyrek de olsa benimle karşılaştıklarında başlarını önlerine eğiyorlar, bakışlarımızın kesişmesini engellemek için. Çünkü anlayabildikleri kadar anlıyorlar benim artık uzun, alkollü, yüksek sohbetlerden eyleme, gerçeğe geçtiğimi. Ve korkuyorlar. Çünkü onların oynadıkları oyun, günün üç saatini, içlerinde bağırıp çağıran anarşiste ayırıp geri kalan zamanında normal bir insan gibi yaşamaktan ibaret. Çok azı söylediklerini yapar. Çok azı gece anlattığını gündüz yaşar. Bunlar daha çok düşünsel kurt adamlardır.
Anladım bir yangın merdiveni olmadığını. Hayatın arka kapısı yoktu. Gizlice sigara içilen karanlık bir boşluğu bile yoktu. Her şeyi bilen, her şeyi bilmeye devam ediyor ve bana gülüyordu.
Reklam
Okumayı ve yazmayı öğrendiğim güne lanet ediyorum. Pişman olabilseydim, bu ikisini yapabildiğime olurdum. Eğer okuyamasaydım kimsenin ne düşündüğünü bilemezdim. Dünyanın döndüğünden habersiz olurdum. Ve her şeyi kendim keşfederdim. Cehaletimi bilemek harika olurdu. Ve tırnaklarımla kazıyarak öğrenebildiğim çok az ama bir o kadar da keskin ve kesin bilgiyle ölür giderdim. Kafamda hiçbir kuşku olmazdı. Sadece kesinlikler cirit atardı bedenimde. Hak ederek elde ettiğim, sadece düşünerek ulaştığım kesinlikler...
Mekanda olmaya ve öneme dair
İnsan, insan olmaya geliyor dünyaya. Kesinlikle bir tercihi yok. Hiçbir şeyi seçemeden de gömülüyor toprağa. Yerin iki metre altındayken de bin bir böceğe lunapark oluyor daha önce bin bir dudağın öptüğü bedeni... Ölenleri unutuyoruz. Yas tutmak bir hayal. İnsan ve doğa. Bonnie ve Clyde gibi... Biraz geç yatmak yeter bütün bunları görmek için, dostluğun ve aşkın sapkın bir komünistin diyeceği gibi, ama benim bambaşka bir anlamda kullanacağım, “kapitalist bir icat” olduğunu anlamak için... Eğer bir önemi olsaydı gittiğim yerlerin, tanıştığım insanların, yaptığım uzun konuşmaların, hepsini teker teker dökerdim önümdeki kâğıtlara. Farkım kalmazdı Balzac’tan. Hiçbir farkım kalmazdı Céline’den. Ağır bir dille yazılmış, özenle seçilmiş sıfatlarla dolu tasvirler kaplardı bu sayfaları. Ölümlerini gördüğüm insanların dudaklarının kalınlığından, üzerlerindeki paçavraların dokumasına kadar her ayrıntıyı anlatırdım. Ama ben doğanın bana emrettiğini yapıyor ve unutuyorum. Bütün fazlalıkları unutuyorum. Şekilleri hatırlamıyor ve önemsemiyorum. Tek önemsediğim ve yazmaya değer bulduğum, olayların mantığı. Başka bir şey öğrenmedim ben hayattan. Belki gelecek sefere! Düşük bütçeli filmlerin vazgeçilmez konusu reenkarnasyona has bir dilekle, belki gelecek sefere, diyorum. Ancak şimdilik, dikkat etmiyorum karşımdakinin gömleğinin temizliğine, rengine..
Bu pasaj bana Cioran'ın 84 yaşında ölmesini hatırlattı. "Zaten bizim gibi insanların dayanıklılığı çok anlamsız ve iğrençtir. Parazitler gibi dünyanın üzerine yapışmış olan bizler, ölümsüzlüğe en yakın olan kişileriz. Ve bizim yanımızda, hayatlarında birçok amaç taşıyan ideal insanlar böcekler gibi dökülürler. Belki de dünya üzerindeki en gerçek adaletsizlik..."
İnsan tercih eder. Öğrenmek ve mantığını çözmek arasında bir tercih yapar. Öğrenen insan her şeyi ezberler. Şarkı sözlerini, kitap isimlerini, büyük düşünürlerin doğum ve ölüm tarihlerini ezberler. Mantığını çözmeye çalışansa hayatın işleyişini kavramaya uğraşır. İsimlerin, tarihlerin bir önemi kalmaz. Birkaç temel bilgi yeter sanatın, hayatın mantığını çözmek için. İkinci gruptakiler hatırlamazlar. Sadece nedenleri bilirler. Ama hatırlamazlar aktörleri.
Rojen
@weisserose·Bir kitabı okumaya başladı
Kinyas ve Kayra
Kinyas ve KayraHakan Günday
8.5/10 · 26,9bin okunma
Rojen
@weisserose·Bir kitabı okumayı düşünüyor
The Republic
The RepublicPlaton (Eflatun)
8.3/10 · 26,6bin okunma
Reklam
Rojen
@weisserose·1000Kitap'a katıldı.