Bazen bir yorgunluk çöküyor omuzlarıma; bedensel değil, daha çok ruhun kamburlaşması gibi… İnsan kendi içine doğru yürüyünce, yol uzuyor. Her adımda bir başka “neden?” takılıyor ayaklarıma. Cevap yok. Sessizlik var. Anlam verilemeyen bakışlar, yarım kalan cümleler ve yutulan gözyaşları…
Kelimeler boğazıma diziliyor, anlatamıyorum. Ne hissettiğimi ben bile çözememişken, nasıl anlatayım ki? Düşüncelerim dağınık, duygularım karışık. Anlatmak istiyorum, evet… Ama anlatmak, anlaşılmayı garantilemiyor.
Anlaşılmamak… En çok o yoruyor insanı. Bir yabancı gibi hissettiriyor, en tanıdık kalabalıkların içinde bile. Gülümsediğin insanlar, aslında ne kadar uzakta… Eller uzanıyor ama değmiyor. Herkes dinliyor gibi ama kimse duymuyor. Çünkü insanlar çoğu zaman yalnızca kendilerini anlamakla meşgul.
Bazen öyle zamanlar oluyor ki, sanki dünya üzerime eğiliyor. Her şey çok fazla, bense hep biraz eksik. Yetersizlik hissi, içimde ince ince büyüyor. Ne yapsam, ne söylesem… Yetmiyor. Kendime bile yetemiyorum. Aynaya bakınca bir yabancı görüyorum. Yorgun bir çift göz ve içinde sönmeye yüz tutmuş bir ışık…
İnsanları anlayamıyorum artık. Belki de onlar da beni anlayamıyor. Belki hepimiz kendi yalnızlığımızda yankılanan sesleriz sadece. Uğultular içinde kaybolmuş çığlıklar gibi…
Ama hâlâ susmuyorum. İçimden geçenleri yazıya döküyorum. Çünkü bazen kelimeler, en azından biraz olsun, bizi taşıyor. Anlatamadıklarımızı fısıldıyor… Ve belki, bir gün, bir yerde… Birileri okurken tam da aynı yorgunluğu hissederse, bilirim ki yalnız değilim.