Son zamanlarda okuduğum en farklı hikayeler oldu...
Ama ilk önce yazar hakkında birkaç cümle yazmak istiyorum
Isaac Bashevis Singer kimdir? Yazdığı kitaplarındaki esas konular hangileridir?
Başlıca konusu Yahudiler ve onların yaşamları olduğu için yazar çok dikkatimi çekmişti daha önce. Açıkçası kitaplarını uzun süre bulamadım ama YKY tarafından basılmış "Toplu Öyküleri" ni görünce kendisini tanımak için uzun olsa da okumak istedim. İyi ki de okumuşum.
Isaac Bashevis Singer, 1904'te Polonya'da bir haham ailesinde dünyaya gelmiş Amerikalı bir yazardır. Ve ilerleyen zamanlarda kendisi de Varşova'da hahamlık eğitimi almıştır. Singer, 1978 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Bunun başlıca sebebi ise eserlerinin birbirine çok benzemesine rağmen evrensel konulara hâkim olmasıdır. Yalnız Yahudiler ve onların yaşamlarını anlatmıyor bize yazar. Bununla birlikte diğer dünya halklarına da sesleniyor, birçok şeye değiniyor.
"Toplu Öyküler" kitabında yüz küsur hikaye arasından seçtiği kırk yedi hikayeyi okuyoruz. Ama öyle diğer hikayeler gibi değil hiçbiri. Kendisi de bu hikayeleri seçerken ne kadar zorlandığını söylüyor zaten.
"Edebiyat, absürd olanı gayet iyi tanımlayabilir ama kendisi absürd olmamalıdır." Bu cümle hem Singer'a hem de onun gibi yazan birçok yazara aittir. Yine hikayelerini çok sevdiğim başka bir yazar
Edgar Allan Poe gibi mesela. Ne kadar gerçek dışı olayları kaleme alsalar da bunu gerçekmiş gibi yansıtmalı okura. Bu zaman iyi bir yazar olunur bence. İşin zor kısmı bunları hikayelerle yapabilmeleri. Yazdığın roman ise bunu başarma ihtimalin daha yüksek. Ama kısa öykülerde bile okuru sıkmadan tüm düşüncelerine hâkim olmak en zoru. Bunun için hikayeleri severim ben. Ve bir yazarı tanımak için ilk önce hikayelerinden başlamayı daha düzgün sayıyorum.
Peki bu öykülerindeki konular neler? Buna geçmeden önce bir şeyi de eklemek istiyorum. "Yahudilerin, Müslümanlık ve Hristiyanlık'ta olduğu gibi belli başlı iman esaslarına kavuşmalarını mümkün kılan filozof Rabbi Moşe ben Maymon (Maymonides, 1135-1204)'un meydana getirdiği ve günümüze ulaşan 13 Maddelik İnanç Esasları vardır
*Tanrı var olan her şeyin yaratıcısıdır.
*Tanrı birdir.
*Tanrı'nın bedeni yoktur, hiçbir şekilde tasvir edilemez.
*Tanrı'nın başlangıcı ve sonu yoktur.
*Yalnız Tanrı'ya dua edilmelidir.
*Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur.
*Musa, bütün peygamberlerin en büyüğüdür.
*Elimizdeki Tora, Tanrı tarafından Musa'ya verilen ve günümüze kadar değiştirilmeden gelen kitabın aynıdır.
*Dinimiz ilahî bir dindir.
*Tanrı, insanların bütün hareket ve düşüncelerini bilir.
*Tanrı, emirlerine uyanları mükafatlandırır, uymayanları eğer tövbe etmezlerse cezalandırır.
*Tanrı gecikmiş olsa da Mesih'i gönderecektir.
*Ruhumuz ölümsüzdür. Tanrı dilediğinde ölüleri diriltecektir. "
Bu maddeleri yazarın okuduğunuz her hikayesinde farklı şekilde de olsa görüyorsunuz. Ama en çok vurguladığı "mükafatlandırma" ve "cezalandırma" , ruhun ölümsüz olması ve Tanrı'nın sonunda her şeyi düzene koyacak olmasıdır. İnsanların çoğu yaptıkları günahların affedilmesi için sık sık dua ediyor ve bunun çok büyük etkisi olacağına inanıyor. Ki bu o kadar manasız ve tesirsiz ki yazar kendisi bile sonrasında bunu böyle ifade ediyor- "İnsan başkalarının hayatına son verirken, önümüzdeki yıla sağ çıkmak için ya da cennete kabul edilmek için nasıl dua ederdi?"
Ama diğer tarafta onlara karşı koyulan ve Tanrı'nın varlığını inkar eden, ya da karışık fikirlere sahip olanlar var;
"Tanrı diye bir şey var, inan işte!"
"Varsa ne olacak? Gökyüzünün yedinci katında oturmuş, melekleri onu ilahilerle pohpohluyor, bizi de zerre kadar kaale almıyor."
"İblis diye bir şey yoktur. Tanrı yoktur."
"Emin misin?"
"Kesinlikle."
"Dünyayı kim yarattı?"
"Aman, yine şu eski soru. Doğa. Evrim. Tanrıyı kim yarattı peki? Sen gerçekten dindar mısın?"
"Bazen."
Evet, günümüzde böyle düşünenler bence çok. Ne inanıp ne inanmayanlar, kendisi bile emin olmadan başkalarını inandırmaya çalışanlar da yeteri kadar. Kendim, inananlara hiçbir zaman neden inanıyorsun diye sormadım ve düşüncelerine karşı hep saygılı oldum. Ama maalesef çok zaman inananlar karşı tarafa baskı yaparak bir şeylere zorla inandırmak çabasındalar. Ve üzücü tarafı bunu saygı, terbiye çerçevesinde yapmıyorlar. Son zamanlar sık sık gördüğüm için dikkatimi çekiyor ve kenardan hiç hoş görünmüyor. Herkes kendi bildiğine inansın ya da inanmasın, başkalarına saygılı olmak zorunda. Saygı ilk şart. Zaten bütün insanların aynı düşüncede olması mümkünsüz bir şeydir.
Yahudi kültürü, gelenekleri, yaşam tarzları, dini ritüelleri hikayelerin esas konuları. Birçok hikayesinde bunu görebiliyoruz. Ve evvelde söylediğim gibi yazarın kendi hayatından dolayı "haham" karakterini fazla görüyoruz. Bağışlanma için, topluma yol göstermek için, dini tartışmaları çözmek için başvurulan haham her şeyi düzenleyendir. O olmasa bile mutlaka yaşlı bir rehberleri olur. Onsuz yapamazlar, yollarını şaşırırlar.
Hikayelerde yazarın tüm sorunların yalnızca anlayış ve sevgiyle çözüleceğine inandığını görüyoruz. Ama bunların hiçbiri kolay bulunmuyor maalesef. Anlamayanların kavgası da hiç bitmez. Bunu farklı bir şekilde de dile getiriyor Singer; "Herkes aklını kaçırmıştı: Komünistler, faşistler, demokrasi vaizleri, yazarlar, ressamlar, din adamları, ateistler. Çok geçmeden teknoloji de çökecekti."
Kendisi her ne kadar dini inançları olan birisi olsa da aşırıya kaçan herkesi suçluyor, buraya din adamları da dahil. En çok yargıladığı da onlar zaten.
"Ölümle cezalandırılabilecek günahlar işlemişti ama ellerini yıkamadan ve şükran duası okumadan yemek yemek onu huzursuz etti."
Bir tek bu cümle bile bence her şeyi açıklıyor zaten. Fazlasına gerek yok.
Ama yazar bazı yerlerde kendisi bile ikilemde kalıyor. İnanıyor mu, inanmıyor mu kendisi de bilmiyor sanki;
"Artık dünyevi bir arzusu kalmamıştı ama içinde hala tek bir özlem yanıyordu: Gerçeği öğrenmek. Bir Yaratıcı var mıydı yoksa dünya atomlarla onların birleşimlerinden başka bir şey değil miydi? Ruh diye bir şey var mıydı yoksa düşünce beynin titreşimlerinden mi ibaretti? Ödül ya da cezayla sonuçlanan bir son hesaplaşma var mıydı? Madde var mıydı yoksa bütün varoluş bir hayalden mi ibaretti?"
Bu soruları defalarca kendi kendine sorup cevabını bulamayan diğer insanlar gibi yazar da dini inançları olan ailede dünyaya gelse de emin olamıyor bir türlü. Ama onun inandığı bir varlık mevcut. Eğer inanmazsa yaşayamaz. Başka bir hayatın mevcut olup olmamasından ise kuşkulu.
Yazarın karakterlerinde her şey var: umutsuzluk, dışlanmışlık, günahkarlık, ahlaksızlık, sevgi.. Ama hepsi kendini bulma çabasında. Bunu başaranlar da çok az.
Tüm hayatını zevk peşinde koşarak geçiren insanları gösteriyor bize yazar çok fazla yerde: içki peşinde olsun, kadın peşinde olsun, şöhret peşinde olsun fark etmez. Her şeyi gereğinden fazla istemeyi kötülüyor Singer. Çünkü insanı uçuruma götürüyor hepsi neticede. Kendisi bunun farkında olmasa da.
Gerçek diye bir şey yok yazar için. Kim neye inanırsa kendi gerçeği de odur. Ama bu herkes için böyle olmuyor. Bazıları "gerçek" adı altında her kesi inandırıyor bir şeylere. Ama neye inandırıyor? Nasıl inandırıyor? Önemli olan bu.
Kitaptaki alıntıları da çok beğendiğimi söylemesem olmaz. Mümkün olduğu kadar paylaştım ama "Üç Karşılaşma" isimli hikayesindeki bu alıntı daha başka: "Burada bir kızın ne istediğiyle ilgilenen mi var? Evlendirip kurtuluyorlar işte."
Günümüzde bile ne kadar fazla böyle evlendirilenler...
Herkese hitap edecek bir yazar değil. Ama okursanız kendinizden bir şeyler bulacaksınız emin olun. Benim gibi farklı öyküler seviyorsanız okuyun derim.
Keyifli okumalar...