Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Ali Karakoyunluoğlu

Ali Karakoyunluoğluİnsanın Yetkinlik Sevgisi yazarı
Yazar
0.0/10
0 Kişi
3
Okunma
1
Beğeni
294
Görüntülenme

Ali Karakoyunluoğlu Sözleri ve Alıntıları

Ali Karakoyunluoğlu sözleri ve alıntılarını, Ali Karakoyunluoğlu kitap alıntılarını, Ali Karakoyunluoğlu en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Selef-i salihîn zamanında ‘ilim’ ile kastedilenin Allah'ı ve O’nun ayetlerini, kullarını ve fiillerini bilme olduğunu belirten Gazâlî, İbn Mes‘ûd’un (ö. 32/652-53), Halife Ömer’in ölümü dolayısıyla sarfettiği “İlmin onda dokuzu öldü.” sözündeki ‘ilim’ kelimesini ‘el-ilm’ şeklinde lâm-ı tarifle ifade ettiğine ve el-ilmi Allah'ı bilmek olarak açıkladığına dikkat çeker. Ne var ki ona göre âlimler, bu kelimeyi hususî mânâda kullanmak suretiyle değiştirmişler, çok kere ‘ilim’ kelimesini fıkıh ve diğer meselelerde karşılıklı münazara mânâsında kullanmışlar ve bu mânâdaki ilimle âlim olanları “hakikî âlim”, “ilimde üstad”, “ilimde en büyük” gibi nitelemelerle taltif etmişlerdir. Bu da bu türden münazaralarla meşgul olmayanların, ilim ehlinden sayılmamasına yol açmıştır. Oysa Kur'ân’da ve hadislerde faziletlerinden bahsedilen ilim ve âlimlerin çoğu, Allah'ı ve O’nun fiil ve sıfatlarını bildiren ilim ve âlimler hakkındadır.
Gazâlî’ye göre mademki bilgi, güzelliği ve şerefi itibariyle sevilen bir şeydir ve onunla mevsuf olan için bir süs ve yetkinliktir, o halde sevgiyi hak eden yalnızca Allah'tır. Bilginlerin bilgileri O’nun ilmine göre bilgisizliktir. Asrının en bilgini ile en bilgisizini tanıyan bir kimsenin, bilgi sebebiyle en bilgini terk edip bilgisizi sevmesi mümkün değildir. Allah'ın ilmi ile yaratıkların ilmi arasındaki farklılık (tefâvüt), yaratıkların en bilgini ile en bilgisizi arasındaki farklılıktan çok daha fazladır.
Reklam
Gazâlî, insan kalplerini de etkilenen ve değişen ve hatta insanlar tarafından değiştirilebilen varlıklar arasına katmaktadır. Gazâlî, insanın, etki edemediği ve değiştiremediği varlıkları nasıl hükmü altına almak istediğiyle ilgili dikkat çekici şöyle bir fikir ileri sürer: Mevcûdât insanın yerküreye ait şeyler (ardıyyât) gibi kendisinde tasarrufa güç yetirdiği ve Allah'ın zatı, melekler ve gökler gibi kendisinde tasarrufa güç yetiremediği şeklinde ayrılınca, insan göklere ilimle, ihatayla ve esrarına muttali olarak hâkim olmak ister ki bu da bir tür istîlâdır. Zira malum, adeta ilmin altına dâhil olmuş ve ihata edilmiştir. Bu durumda âlim onu istîlâ edendir. Bundan dolayı insan Allah’ı, melekleri, felekleri, yıldızları, göklerin bütün ilginçliklerini, denizlerin, dağların ve gayrının bütün ilginçliklerini bilip tanımak ister. Çünkü bu, onlar üzerinde bir nevi istîlâdır ki istîlâ da bir nevi kemâldir. 53 Demek ki insan, Gazâlî’ye göre etki edemediği ve değiştiremediği varlıkları bilmek suretiyle hükmü altına almak isteyen bir varlıktır.
Sevgiyi yalnızca Allah’ın hak ettiğini düşünen Gazâlî’ye göre kula düşen, bir başkasını Allah'a nispet etmeksizin sevmemektir. Şayet severse, bu onun marifetullah hakkındaki bilgisizlik ve yetersizliğini gösterir. Meselâ Hz. Peygamber, Allah'ı sevmeksizin sevilmez. İlim ve takva sahiplerine yönelik sevgi de böyledir, zira Allah sevildiği için O’nun sevdiği de sevilir. Onlar, hem sevilen tarafından sevildikleri için hem de sevileni sevdikleri için sevilirler. Bütün bunlar, aslın sevgisine (hubb) râcidir.
İbn Sînâ’ya göre sureti idrak etmek ile mânâyı idrak etmek arasında şöyle bir fark vardır: Suretin idraki, bâtın nefis ve zâhir duyu tarafından birlikte gerçekleştirilir fakat burada öncelik duyuya aittir. Meselâ koyun kurdu ilk olarak zâhir duyusuyla idrak eder ve sonra da bâtın nefis bu idrake eşlik eder. Mânânın idraki ise nefsin mânâyı doğrudan duyulurlardan idrak etmesidir. Meselâ koyunun kurtta, kendisinin korkmasını ve ondan kaçmasını gerektiren mânâyı –duyuyu kullanmaksızın– idrak etmesi böyle bir idraktir. Kısacası kurtta, ilkin duyunun sonra bâtın güçlerin idrak ettiği şey suret, bâtın güçlerin idrak edip duyunun idrak etmediği şey ise mânâdır. 168
Gazâlî, insan ruhunun, rablık ve kemâl sevgisiyle ilişkisini şöyle izah eder: Her insan, tabiatı gereği kemâl yoluyla biricik (münferid) olmak ister. Bundan dolayı sûfiyye meşâyihından biri şöyle demiştir: “Hiçbir insan yoktur ki derununda Firavun’un “Ben sizin en yüce rabbinizim!” sözüyle açıkça belirttiği şey olmasın. Ne var ki buna imkân (mecâl) bulamaz.” O bu sözünde doğrudur. Zira ubudiyet nefse galip gelme (kahr) (demek iken), rububiyet tabiî olarak sevilen bir şeydir (mahbûb). Bu (sevgi), Allah’ın şu sözüyle işaret ettiği rabbanî nisbetten dolayıdır: “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” 50 Buna göre insan, kulluğunu nefse karşı mücahede etmek gibi meşakkatli bir işe girişerek gerçekleştirebilecekken, rablığı istemesi için nefse karşı böyle bir mücadele içine girmesine gerek yoktur; bilakis “ruh, Rabbin emrinden” olduğu için rablığı tabiî olarak sevip ister.
Reklam
Gazâlî’ye göre kul, aldanmaktan ancak akıl ve ilim/marifet ile kurtulabilir. Burada ‘akıl’ ile “gârizî fıtrat”, “kendisiyle eşyanın hakikatleri idrak edilen aslî nur” kastedilmektedir. Budalalar aldanmaktan korunamazlar, çünkü akıldaki saflık (safâ’) ve anlayıştaki hâlislik (zekâ’) fıtratın aslından ileri gelir. Eğer bu nitelikler, asılda yoksa kazanılması imkânsızdır; asılda hâsıl olmuşsa uygulamayla kuvvetlendirilebilir. Dolayısıyla bütün saadetlerin esası akıl ve anlayıştır. 820
Kuşkusuz göz güzel bir hat eserine bakmaktan, kulaksa güzel ve hoş nameleri işitmekten haz alır. O halde farklı idrak sahalarına ait bu nesnelerin her birinde müşterek olarak bulunan güzelin mânâsı nedir? Kısa ve fakat sarahaten ifade etmek gerekirse, Gazâlî bu soruya şu şekilde cevap verir: Her şeyin güzelliği, kendine layık ve kendi için mümkün
Gazâlî, rububiyetin güzelliğini mütalaa etmenin hazzını anlatan şu kudsî hadisi aktarır: “Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbinin akletmediği şeyler hazırladım.” 716 Bu tür hazlar, Gazâlî’ye göre kalbi son derece saflaşmış olanlara daha bu dünyadayken tattırılabilmektedir. 717 Öte yandan, “Kişi, bu ilimde zirveye ulaştığında insanlar (halk) tarafından taşlanır.” Yani insanlar onun sözüne akıl erdiremez, onu delilik veya küfür sayarlar. Oysa marifetullaha erişen ârifin, bütün himmet ve şehveti yok olur ve kalbi saadetle kendinden geçer. O kadar ki ateşe dahi atılsa, bu istiğrakından dolayı ateşi hissetmez. Saadeti kâmil bir seviyeye ulaşmış olduğu için, kendisine cennet bolluğu bile lütfedilse iltifat etmez. Neticede sevgiden ancak duyulurların sevgisini anlayan birinin, Allah'ın ne bir sureti ne de bir şekli bulunan vechine nazar etmenin hazzını tasdik etmesi düşünülemez. 718
Kılık kıyafetle yapılan riya: Gazâlî, bu tür riyaların, saçı dağıtmak, bıyığı tıraş etmemek, yürürken başı öne eğmek, yavaş hareket etmek, alında secde izi bırakmak, kaba veya yün elbise giymek, paçaları sıvamak, yenleri kısaltmak, elbisenin temizliğine dikkat etmemek, yırtık elbiseler giymek gibi suretlerde ortaya çıktığını söyler. Riyakâr, bu tür tavırlarla insanlara kendisinin sünnete tabi olan ve salih insanların izini süren birisi olduğunu göstermeye çalışır. Tasavvufî hakikatlerden uzak olmasına rağmen sûfîler gibi, hiçbir ilmi tahsil etmemesine rağmen âlimler gibi, zühdün aslından bîhaber olmasına rağmen zahitler gibi giyinmeye çalışanlar da böyle bir riyakârlıkla maluldürler.
Reklam
Allah’ın, en güçlü insanı bile bir sivrisinekle dahi helak edebileceğine dikkat çeken Gazâlî, kulun, kudrete ancak O’nun verdiği bir imkân ile sahip olabileceğini söyler. Ona göre bütün dünya âleme nispetle bir tümsek, insanların yeryüzünde elde ettiği bütün hükümranlıklar da o tümseğin tozu kadardır. Dahası, bu toz Allah'ın bahşettiği bir lütuf ve verdiği bir imkândan ibarettir. Yerküre ve yeryüzündekiler, hatta yaratıkların perçemleri dahi O’nun kudret kabzasındadır. Bütün yaratıkları sonuna kadar helak etse bile, O’nun hükümranlık ve mülkü zerrece eksilmez. Güzellik, bahâ, azamet, kibriyâ, kahır ve istîla O’na aittir. Kısacası O’ndan başka kudretinin kemâliyle sevilmeyi hak eden hiçbir varlık yoktur. 773
Gazâlî’nin, ahirette vuku bulacak bu rü’yetin mahallinin kalp mi yoksa göz mü olduğu hususuna yaklaşımı ise şu şekildedir: Basiret sahipleri bu ihtilafa ne iltifat ne de nazar etmişlerdir. Maşukunu görmeyi arzulayan âşık, bu görüşünün gözünde mi yoksa alnında mı yaratılacağı sorusuna iltifat etmez. Aksine, görmeyi amaçlar ve bu görüşün gözle mi yoksa başka bir yolla mı olacağıyla ilgilenmez. Bu meselede hak olan görüş, ezelî kudretin geniş olduğu ve onun iki durumdan birinde yetersiz olduğuyla hükmetmenin caiz olmadığıdır. Fakat iki caizden hangisinin ahirette gerçekleşeceği, ancak vahiy (sem‘) yoluyla idrak edilebilir. Ehl-i sünnet, şer‘î delillerden hareketle rü’yetin gözde yaratılacağı görüşünü savunmuştur. Gazâlî’ye göre doğru olan da budur, çünkü gerek ‘rü’yet’ ve ‘nazar’ gerekse şeriatte varit olan diğer lafızlar zâhiri üzere anlaşılmalıdır.
Sözgelimi Hz. Peygamber’in “Ölüm kıyamet gününde alaca bir koç suretinde getirilir ve boğazlanır.” 395 hadisini, anlayışı noksan olan mülhit anlamaz ve onunla Peygamber’in yalan söylediğine istidlalde bulunmaya kalkarak şöyle der: “Ölüm araz, koç da cisim olduğuna göre bir araz nasıl olur da cisme dönüşebilir? Böyle bir şey imkânsızdır.” Oysaki burada ölümün ahirette vuku bulmayacağı misal getirilerek anlatılmak ve bir mânâ kalplere tesir edecek biçimde ifade edilmek istenmiştir. Yani Gazâlî’ye göre bir mânâ olarak ölümün ahirette vuku bulmayacağı, –anlaşılması yanında kalplere etki de etsin diye– bir suret olarak koçun boğazlanmasıyla anlatılmıştır. Gazâlî “Uykumda bir koçun getirildiğini ve ‘Bu, ülkedeki vebadır.’ denilip kesildiğini gördüm.” diyen birine bir rüya tabircisinin, “Doğru söylüyorsun, iş gördüğün gibidir.” dediğini aktarır. Açık ki bu rüyada bir mânâ olarak vebanın son bulacağı bir suret olarak koçun boğazlanmasıyla anlatılmıştır. Aynı şekilde “Müminin kalbi Rahmân’ın iki parmağı arasındadır.” 396 hadisinde de bir mânâ olarak “döndürme” (taklîb) bir suret olarak “iki parmak” ile anlatılmak istenmiştir.
İnsan kalbinin kemâle yönelik bir meyil ve sevgisi bulunduğunu düşünen Gazali, bu meyil ve sevginin sebebi olarak kalbin rablık sıfatıyla ilişkisine işaret eder. Ona göre kalp 47 rabbanî bir emirdir. Nitekim Allah İsrâ 17/85’te 48 kendisini onunla vasfetmiştir. O, kendinde bulunan rabbanî emirden dolayı rububiyeti tabiî olarak sever. Gazâlî’ye göre rububiyet şu mânâya gelmektedir: “Bağımsız bir şekilde, kemâlde yegâne ve vücûdda biricik olmaktır.” (et-Tevahhud bi’l-kemâl ve’t-teferrud bi’l-vücûd alâ sebîli’l-istiklâl.) 49
Özgürlüğün hakikatinin yokluk ve eksikliğe râci olması şu anlama gelmektedir: Değişme (et-teğayyür) bir eksikliktir, zira mevcut bir sıfatın yok ve helâk olmasından ibarettir. Helâk olma ise zat ve kemâl sıfatlarında bir eksikliktir. Ama eğer şehvetlerle değişimin ve şehvetlere itaatin yokluğu –bilgi yetkinliği gibi– bir yetkinlik sayılacaksa, bu durumda yetkinlik üçtür (“kemâlü’l-ilm”, “kemâlü’lkudret” ve “kemâlü’l-hurriyyet”). Şu halde ‘özgürlük yetkinliği’ ile kastedilen, şehvetlere kulluk (ubûdiyyet) etmeme ve dünyevî sebepleri istememedir.
82 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.