En Eski Colin Imber kitaplarını, en eski Colin Imber sözleri ve alıntılarını, en eski Colin Imber yazarlarını, en eski Colin Imber yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
“Yeniçeriler, kendileri de köle olduklarından, yasal olarak cariyelere sahip olamazlardı. Bu, yeniçerilerin meşru çocuklarının az olmasına yol açarak kalıtsal bir kast oluşturmalarını engellemiştir.“
Osmanlılar Süleyman'ı "Muhteşem" nitelemesiyle değil de, restore etmeye çalıştıkları şeyin onun iktidarı sırasındaki hukuki düzen olduğunu vurgulamak için, "Kanun koyucu (Kanuni)" adıyla hatırlamışlardır. Bu düzenin temsilcisi olarak özellikle bir şahsiyet öne çıkmaktadır: hukukçu Ebussuud (yak. 1490-1574).
Osmanlı ideal hukuk kavramı, özünde çok basittir. İmparatorluk İslami idi ve İslam hukuku, şer) -ya da bugün yaygın kullanımdaki adıyla şeriat-, hukuki mükemmelliğin tecessümüydü. Sorun şuydu ki, şeriat pek çok açıdan gerçekliğe uygulanamıyordu ve aslında her zaman seküler hukuk sistemleriyle birlikte var olmuştu. Bu, geçmişteki ve günümüzdeki diğer tüm İslami siyasalar kadar Osmanlı İmparatorluğu için de doğrudur.Bununla birlikte, 17. yüzyılın başlarında ortaya çıktığı görülen ve modern tarihçilerin sıklıkla tekrar ettikleri bir Osmanlı geleneği, I. Süleyman iktidarında Ebussuud'un seküler hukuku şeriatla uyumlu hale getirdiği ve neticede ideal bir İslami hukuk sistemi yarattığını ileri sürmektedir.
İnanç birliğini zorla kabul ettirmeye çalışan hükümdarlara alışık olan bir Batı Avrupalı için en dikkat çekici şey, padişahın tebaası arasındaki din llerin çeşitliliği olmalıydı. Osmanlı İmparatorluğu Müslüman bir siyasaydı, ama Avrupa'daki topraklarında Müslümanlar bazı yerel istisnalar dışında azınlığı oluşturuyorlardı. Nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu Asya'daki topraklarındaysa Hıristiyanlar bazı yerlerde çoğunluk olabiliyorlardı. Aynı şekilde, özellikle 1492'de İspanya'dan kovulan Yahudiler'in yerleşmesinden sonra, özellikle İstanbul'da ve Selanik'te büyük bir Yahudi nüfus mevcuttu. Osmanlı şehirlerinin tipik bir özelliği, her biri bir ibadet yeri etrafında yoğunlaşan dini cemaatlere göre bölgelere ayrışmasıydı. Ana dini cemaatler arasında da ayrılıklar vardı. Halk İslamının öne çıkan bir özelliği, bağlıları Müslüman ibadetinin ortodoks biçimlerine de uydukları sürece, heterodoks uygulamalarına ses çıkarılmayan tarikatların bolluğuydu. Padişahın Hıristiyan tebaasının çoğunluğu Rum Ortodoks ya da Ermeni kiliselerine mensuptu, ama birçok başka Hıristiyan cemaatler -Macaristan'daki Katolikler ve Protestanlar da dahil- de vardı.
İmparatorluğun büyüklüğünün ve halklarıyla inançlarının çeşitliliğinin kaçınılmaz bir sonucu, hukuki çoğulculuktu. Şüphesiz uzak kırsal yerleşim yerlerindeki köylüler ve aşiret mensupları, işlerini idare ederken ve anlaşmazlıklarım çözerken mahkemelere ya da hükümet görevlilerine başvurmaktan çok köy ya da aşiret geleneklerini kullanıyorlardı. Hıristiyanlar ve Yahudiler cemaat içi işlerin hallinde papazların ya da hahamların gözetimi altında belirli bir özerkliğe sahiplerken, Müslümanlar Müslüman mahkemelerine başvuruyorlardı. Toprak mülkiyeti ve vergilendirilmesindeki feodal uygulamalarda bölgesel farklılıklar da mevcuttu. İmparatorluk, genişleme döneminde, feodal gelenekleri genellikle sonraki Osmanlı hukukuna iliştirilmiş olan, çok sayıda prensliği ve krallığı içine almıştı. Osmanlı hukuk uygulamasına bütünlük kazandıran, sultanın otoritesiydi. İster Müslüman kadılar, ister Hıristiyan papazlar, hahamlar ya da seküler yöneticiler olsun, hukuk gücünü kullananlar, imparatorluktaki tüm yetkenin kendisinden neşet ettiği sultanın onları atamasından dolayı bunu yapabiliyorlardı. İmparatorluktaki her kasabanın, İslam hukukunu icra eden ve mahkemesi her dinden kişiye açık olan bir Müslüman kadısı vardı.
15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın büyük bölümünde, İstanbul'da Fatih Camii'nin bitişiğindeki Sahn-ı Seman (Sekiz Medrese), Osmanlı İmparatorluğu'ndaki dini ve hukuki eğitimin zirvesini teşkil ediyordu. İstanbul'da Süleymaniye Camii'nin bitişiğindeki medreseler, külliyenin 1557'de tamamlanmasını izleyen on yıllarda en itibarlı konumu işgal eder duruma geldiler.
Medreselerde müderrislik kariyeri, yetişmiş hukukçuların kadı olarak kariyerlerini devam ettirmelerinin bir alternatifiydi. Bir müderrisin ilk ataması, yetersiz desteğe sahip bir taşra medresesine ve az bir maaşla olabilirdi, ama bu daha yüksek rütbeli bir medreseye ve nihayetinde İstanbul ya da diğer bir büyük şehirdeki hanedan kurumlarından birine yükseltilme olasılığı sunmaktaydı.Doğru ilişkiler sayesinde bir müderris mesleğin daha aşağı basamaklarını bütünüyle atlayabilirdi. Medreseler aynı zaman da yargının yüksek kademelerine giden bir yoldu. Sultan, İstanbul, Bursa, Edirne ve diğer büyük şehirlerin kadılarını küçük kasaba kadıları arasından değil, aksine önemli medreselerin, özellikle de Sahn-ı Seman 'ın hocaları arasından atamaktaydı.
“Orhan Bey’in halefi I.Murad, tasviri günümüze ulaşmış ilk Sarayı yaptırmıştır. Bu, Osmanlı gezgini Evliya Çelebi’nin on yedinci yüzyılın ortasında hâlâ ayaktayken tasvir ettiği Edirne’deki Eski Saray’dır.”