Fabrikaya geldik. Soyunma yerine girdiğimizde bir de ne görelim! Dolapların hava deliklerine kâğıtlar sıkıştırılmış. Birçok arkadaş gibi ben de şaşırmıştım. Cebimdeki kâğıdı çıkarıp karşılaştırdım. Aynısıydı! Herkes gibi ben de, mır mır okumaya başladım. Kafam karıştı. Hele, dedim üzerimi değiştireyim. Tezgâhta okurum. Sabah saat dokuzu çeyrek
Bayramın son günüydü. Mahalleden gelen gidenler de olmuştu. Bekir’le karısı kendileri için değil, ama şu çocukların kursaklarından geçmeyen eti düşünüyordu. Mahallede kesilen kurbanların kokuları dumanlarıyla ortalıkta salınırken, çocukların bakışları, yutkunmaları... Bekir’in ağrına gidiyordu. Üç gündür bayramda tek bir kişi bile bir tike olsun
Ramazan’la Selami, arktan büyük potaya akan madeni, el potasına doldurarak kalıplara döküyorlardı. Bazen akan madenin cızırtılı bir sesle patlayışı irkilmelerine neden oluyordu. Sıcak sobaya dökülen su nasıl sıçrar ve patlarsa, erimiş maden de öyleydi.
Dökülmeyen birkaç kalıp kalmıştı.
Potayı çevirmeye yarayan demir çubuk, Ramazan’ın elinden
- Aranıyorum, biliyorsun. Buna karşın kalkıp geldim.
- Kalacaksın artık değil mi? diye sarılıyor yeniden.
- Ah, mümkün olsa canım... Sana ta başında dedim, başvurma şu öğretmenliğe, ama anlatamadım. Ayrı yaşamak zorunda kalmazdık böylece.
- Benim korkak olduğumu bilmiyor musun? Hem size hem kendime zarar verirdim.
- Bak Zekiye, sen nasıl yalnızsan ben de öyleyim. Benim de farkım yok. Bunun acısını ben de senin gibi çekiyorum. Ayrıca günlük yaşamını dolduracak anlamlı hiçbir çabaya girmiyorsun. Sendikanıza bile uğramıyorsun. Yazma yeteneğin var; öykü, roman... Sonra hiç kitap okumuyorsun.
- Yazıp da ne yapacağım. Benim yazacağım her şey yazılmış. Boşu boşuna tekrar etmenin ne faydası var.
- Bir edebiyatçıya hiç yakışıyor mu bu söylediklerin?
- Benim aklım hep sende. Hiçbir şeye yoğunlaşamıyorum.