1959’da Hindistan’ın Kerala eyaletinde doğdu. Hong Kong, New York ve Bombay’da eğitim gördü. Narkopolis, şair, şarkı sözü yazarı ve gitarist olan ve daha önce dört şiir seçkisi yayımlanan Thayil’in ilk romanı. Narkopolis’le 2012 The Man Booker Ödülü adayları arasında yer aldı ve DSC Güney Asya Ödülü’ne layık görülen ilk Hintli yazar oldu. Yeni Delhi’de yaşıyor.
Bazı bilgiler özgürce ortalıkta dolaşmamalı, çünkü insanların hepsi böyle bilgileri eşit şekilde alıp aynı derecede yararlanacak kadar donanımlı değiller.
70'li yılların sonlarına doğru, belaya bulaştığı New York'tan düzelmesi için Bombay'a gönderilen uyuşturucu bağımlısı genç Ullis soluğu Raşid'in yerinde alacaktır. Dimne'nin hazırladığı piponun dumanını çektiğinde, o dünyaya geri dönüşsüz bir adım atmıştır. Yavaş yavaş tanır keşhanenin çalışanlarını ve müdavimlerini; iki karısında bulamadığını Dimne'de arayan Raşid, annesi tarafından küçük yaşta satılan, hadım edilerek kerhanelerde satılan Dimne, Dimne'ye afyon piposu hazırlamayı öğreten Çinli Bay Lee, ABD'de eğitim görmüş ama Hindistan'da bir türlü dikiş tutturamamış Rumi, pezevenk Salim, Hindular, Müslümanlar, kast sisteminin en aşağısında yer alan yoksullar... Yavaş yavaş ilerleyen romanda anlatıcı tek tek ilgileniyor onlarla. Hikayeler hikayelere açılırken roman evreni de genişliyor. Ancak romandaki bütün karakterlerin önüne geçen, en rahatsız edici yaşam öyküsü ile Dimne oluyor. Yoldan sapmışların, fahişelerin, pezevenklerin, uyuşturucu satıcılarının, keşlerin ve hepsinin arasında geçmişsizliğiyle hayatta kalmaya çalışan bir hijra'nın -Dimne'nin- hikayesi. Ama arka planda da büyük bir değişimi anlatıyor Narkopolis. Afyondan eroine geçiş, feodal yapıların tasfiye edilip moderniteye geçişin, Bombay'ın ve Hindistan'ın değişiminin, ahlak ve moral değerleri de kapsayacak şekilde büyük bir çöküşün hikayesidir aslında. Ullis yirmi yıl sonra döndüğünde fark edecektir. Eskinin özlenecek bir yanı olmadığının farkında olmakla birlikte ismi de dahil her şeyiyle yenilenmiş Bombay, üçüncü dünya metropollerinin “gelişme” denen sefaletini yansıtmaktadır.
Narkopolishttps://1000kitap.com/kitap/kitap--154825
Hindistanlı yazar Jeet Thayil, ilk romanı Narkopolis'te 70'lerin Bombay'ını anlatıyor. Batılı turistleri ya da uzaklarda saklı cennetlerin bulunduğuna inanan modernizm kaçaklarını çeken bir ülkede, ülkenin karakteristiğini en iyi yansıtan şehrindeyiz. Ancak otantizme, Şark'ın büyüsüne kendisini teslim etmeye hazır zihinleri cezbedecek bir hikaye peşinde koşmuyor Thayil. Narkopolis Hindistan kültürüne, giyim kuşamına, örf ve adetlerine bel bağlamayan, kısacası oryantalist arzuları kışkırtmayan, tersine kentin ve toplumun çürümesine tanıklık etmenin hüznünü yansıtan bir roman. Yazar Bombay'ın yeraltına, kerhane ve keşhanelerin sıra sıra dizildiği sokaklara çağırıyor okuyucusunu; pezevenkler, uyuşturucu satıcıları, gangsterler ve oraları mesken tutmuş bir dizi insanla tanıştırmak için.
Uyuşturucu bağımlılığı deneyimi, uyuşturucu kullanılan anların birebir tutulmuş kayıtlarıyla yazılan Narkopolis'in Burroughs'un Junky'si ya da Thomas de Quincey'nin Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları'yla kıyaslanması şaşırtıcı sayılmaz. Ancak Thayil'e ilham verenin uyuşturucu kullandıktan sonra içine düştüğü hayal aleminin değil, uyuşturucu
Hindistanlı şair, yazar, müzisyen (en çok şair) Jeet Thayil biz okurları ülkesinin en büyük şehrine - Mumbai'ye götürüyor. Mumbai derken burası günümüzün biraz daha, çok daha gelişmiş Mumbai'si değil; burası, bu karmaşık şehrin isim değiştirmeden önceki hali, seksenli - doksanlı senelerdeki hali, yani Bombay. İşte romanımız bu isimle
Bir hijranın hayatına ilk kez bu kitapta şu satırlarla tanık oldum. İçime ters gelen bir hayat ve tanımakta geç kaldığım her karakteri yaşarken, ön yargılarla dışlamak değilde asıl acıyı yaşayanın gözünden anlamak gerektiğini gördüm. Hissetmek bambaşka bir kavram. Hissetmek bile istemeyeceğimiz durumlarda anlamanın yeterli olacağını zannettiğim bir kitaptı.
“ Dokuz yaşındaydım ya da belki sekiz “ dedi Dimple, “ Bombay’a hijra kerhanesine geldiğimin ertesi yılıydı. Şantibai diye ünlü bir daima( hijra hemşire) vardı. Şarkı söylüyorlar, dans ediyorlar, viski içiyorlardı. Daima bana tanrıçanın adını söylememi söyledi ve kırmızı bir sari verdi. Bana viski içirdi. Tadından tiksinmiştim ama yine de içtim. Sonra bana afon verdiler. Sonra da dört kişi beni yatırıp tuttu. Beni sımsıkı tuttular; penisimi ve hayalarımı bir bambu parçasıyla hallettiler. Bambu o kadar gergindi ki başta hiçbir şey hissetmedim, yaraya kızgın yağ dökdükleri ana kadar. Asıl acıyı işte o zaman hissettim ama hissettiğim başka bir şey daha vardı, bu acının beni özgür kılacağına emindim.
“ Annem beni buraya, 007 numaraya getirdi ve ayakçıya verdi. Annem hakkında yada önceki hayatım hakkında pek bir şey hatırlamıyorum. Hatırlamak da istemiyorum.”
“ Zaten anıların hep yalan yanlışsa, HEP YANLIŞSA, neden hatırlayasın ki?”
Bir yaşamı eleştirmek, hor görmek kendi doğrularınıza ters görmek inanın en kolay şey. Peki ya o yaşam küfrün kendisiyse ne yapılmalı?