Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Şerif Eskin

Şerif EskinZaman ve Hafızanın Kıyısında yazarı
Yazar
Derleyen
9.0/10
2 Kişi
11
Okunma
3
Beğeni
1.447
Görüntülenme

Şerif Eskin Gönderileri

Şerif Eskin kitaplarını, Şerif Eskin sözleri ve alıntılarını, Şerif Eskin yazarlarını, Şerif Eskin yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
İmparatorluk mirasından kopmayı ve Türk kimliğini koruyarak Batılılaşmayı hedefleyen yeni rejim, Osmanlı müziğini, oluşturmak istediği ulusal kültürün dışına itmeye karar verdi. Yaratılması amaçlanan ulusal kültür, Batı tekniği ile halk müziğinin bir sentezine dayanacaktı. Ancak halk müziği ilkel bir müzik, olsa olsa Batı tekniğiyle işlendiğinde anlam kazanacak bir hammadde olarak görüldüğünden, müzik alanındaki reformlar esasen Batı müziğinin aktarılmasına dayandırıldı. Sentezin ilk ayağı olan Batı müziği Doğulu kimliğin zıddını temsil ederken, halk müziğiyse Doğuyla özdeşleşmiş imparatorluk kimliğinin zıddı olarak düşünülmekteydi. Bu da imparatorluk geçmişinin inkârına ve Batının model alınmasına dayanan Cumhuriyet Batılılaşmasının amaçlarıyla uyumluydu. Hem imparatorluk geçmişini hem de Doğulu kimliği temsil eden Osmanlı müziğine sentezde yer yoktu.”345
Divan Edebiyatı’nın lise programlarından lağvedilmesine dair en sert görüşleri ihtiva eden yazının başlıca iddiası da Batıcılaşma fikri etrafında şekillenir. Son derece sert ifadelerin yer aldığı bu metinde edebiyat öğretmenlerine biçilen rol, unutkan nesiller yetiştirmektir. Unutturulacak olan da Divan Edebiyatı’dır. O edebiyata âşinâ nesil yetiştirmek bir yana, aksine öğrenciler ondan ne kadar uzaklaştırılabilirse eğitim asıl amacına ulaşmış olacaktır. Fakat ilginç olan, daha 1930 yılında, yeni nesillerin Yunan ve Latin klasikleriyle yetiştirileceğinin, “estetik terbiyelerini” bunlar aracılığıyla edineceklerinin haber veriliyor olmasıdır. Bundan beş-on yıl sonra devletin en önemli kültür politikası hâline gelecek olan klasikler çeviri furyası bu amaca binaen değil miydi?
Reklam
Batı edebiyatlarını alternatif olarak sunması da uluslaşma projesinin Batıcı karakteri dolayısıyladır. Her ne kadar yeni edebiyat geleneği Halk Edebiyatı mirası üzerinde inşa edilmek isteniyorduysa da teknik itibariyle Batılı bir edebiyat arzu ediliyordu.
Cumhuriyet’in ilanıyla “Yerde, gökte, irfanda, vicdanda vahimelerin saltanatının yıkıldığı ve insan zekâsının şaheseri makinenin tabiatı ramettiği” bir devre girildiği, liselerde okutulacak edebiyatın da bu yeni kültüre hizmet etmesi gerektiği vurgulanır. Tıpkı Mehmet Saffet ve İsmail Hakkı gibi endüstriyalist ve pozitivist bir tutum sergileyen yazar, liselerde bu amaca binaen o dönem itibariyle yeni telif edilmiş eserler ve genç yazarların derslerde okutulması gerektiğini, Cumhuriyet’le girilen yeni kültür devresine uygun edebiyatın da Cumhuriyet yıllarında aranması gerektiğini ileri sürer. Bunun yanında dünya edebiyatı şaheserlerinin de okutulması ikinci teklif olarak sunulur. Buraya dek tecessüm eden tüm bu tablo içerisinde en açık Batıcı tutumu sergileyense Hasan Âli olacaktır.
Kuruluş yıllarının eğitim politikalarında etkinliği bulunan Mehmet Saffet, “muasır hayat felsefesine uygun gelmeyen” derslerin müfredattan çıkarılması lüzumunu dile getirir ve “vicdan hürriyetinin cari olduğu bir devirde din dersleri mekteplerde okudulmamalıdır”184 diyerek laiklik ilkesi bağlamında din derslerinin müfredatta yer almaması gerektiğini emsal olarak zikreder. Buraya dek kendi içerisinde bir derece tutarlı diyebileceğimiz söz konusu yaklaşım edebiyat derslerine gelince aniden uç bir noktaya varır.
Dünyevî neşvenin en canlı örneklerini içeren Divan şiirleri reddedilirken tasavvufun sır makamlarını terennüm eden, dinî hassasiyet ve duyuşun en lirik örneklerini telif etmiş olan Yunus Emre nasıl bir alımlama süreci sonunda temsilî bir imgeye dönüştürülecekti? Rejimin gönüllü sözcüleri arasında yer alan Aka Gündüz’den aşağıda yapacağımız şu
Çarpıtılan Yunus Emre(k.s)Kitabı okudu
Reklam
Yakup Kadri Divan Edebiyatını sadece gayrımillî olmakla değil aynı zamanda gayrıinsanî olmakla da itham eder. “Divan Edebiyatı, yalnız gayrimillî değil, gayriinsanîdir. Burada ruh, insanın ruhu muayyen bir takım söz, mecaz ve istiare kalıpları içinde hapsolunmuş ve pek azı dışarıya sızmak imkânı bulabilmiştir. (...) Onun içindir ki, Divan Edebiyatı mahzeninden çıkıp ta millî halk şairlerine kavuşunca, birden bire, insan karakterleri, kuş cıvıltıları, yaprak hışırtıları, güneş ve deniz parıltılarile dolu canlı bir âleme doğmuş gibi oluruz.” 123 Romancı kadarıyla da iktifa etmez. En dikkat çeken iddia eğer bir “Klasik Türk Edebiyatı”ndan bahsedilecekse bunun Divan Edebiyatı değil Türk Halk Edebiyatı olacağıdır. A
Şu kısa pasaj Kemalist kültürel otoritarizmin tasarlayıcılarının jargonlarını özetler niteliktedir: “Evet! Güzel sanatlarda yeni bir mektep, bir Ankara mektebi kurmak zamanıdır.. Ankara’nın edebiyatı, Ankara’nın resim ve heykeli, Ankara’nın musikisi ve ila... Bu, bir mektep kurmuş olmak için mektep kurma değil, bütün malzemeler hazır, bütün elemanlar, bütün planlar hazır... Bütün âmiller, bütün mücbir sebepler meydanda.. Öyle bir hava var ki: Hilkatin ilk tekevvün anlarında olduğu gibi... (...) Tıpkı, muazzam bi[r] inşanın üstündeki iş bölümü gibi, inkılâbın edebiyatını yapmak için toplanalım, konuşalım, kararlaştıralım; aramızda bir iş bölümü yapalım...”90 Ankara sembolizasyonu, Türk ulusçularının zihinlerinde İstanbul’un kültürel iktidarını yıkma gayesine mâtufdur. İstanbul’un iktidarını yıkmaksa aslında hatıraları tasfiye edilmek istenen İmparatorluğun geriye kalan hayaletini ortadan kaldırmak anlamını haizdir: “Ankara, bütün bir yeni Türklük değil de nedir? (...) Yalnız edebiyat için değil; resim için de öyle.”91 Resmî ideolojinin gönüllü sözcüsü Behçet Kemal Çağlar’ın “Böyle bir edebiyat doğmaktadır. (...) edebiyatta bir Ankara mektebi kurulmak ve hatta gelişmek üzeredir. Halkevleri bu toplantının karargâhlarıdır. Bir kaç mecmua bu cereyanın üstünde bir bayrak gibi dalgalanıyor...”92 cümleleriyle Ankara ekolünü müjdelediği yazısının “Edebî Bir Tasfiye” başlığını taşıması da bu kavrayışın yeterince açık bir göstergesidir.
Toparlayacak olursak; Altı Ok’tan halkçılık, halkı önceleyen bir özgürleşme projesinden çok ulusçuluğu tamamlayan ve onun gölgesinde işleyen bir paradigmadır. Halkı merkeze alan bir siyasi-kültürel örgütlenmeyi ifade etmediği gibi halkiyat çalışmalarını da ifade etmez. Hatta laiklik prensibinin uygulanması söz konusu olduğunda halkçılığın aksi yönde bir tecebbür ve tahakküm ile karşı karşıya kalırız. Bu bakımdan laiklik diğer okların da rengini, kapsama alanlarını, uygulama biçimlerini belirleyen bir ilkedir. Hemen tekrar hatırlayacak olursak Ziya Gökalp’ın ulusçuluğu ve ulusal kültür tasavvuru İslâm’ı dışlamaması sebebiyle reddedilmişti.
Edebiyatta halkçılık prensibinin algılanma biçimlerinden biri de yer yer açıkça ifadesini bulan yer yer de satır aralarına nüfuz etmiş şekilde alttan alta ilerleyen folklor merkezli anlayıştır. Sonraki başlıklarda ele alacağımız gibi her anlamda İmparatorluk mirasının reddini esas alan Kemalist kültürel dönüşüm projesi, bir Osmanlı bakiyesi olarak Divan Edebiyatı geleneğini reddetmiş, kendi buyrukları doğrultusunda inşa edilecek ulusal/ulusçu edebiyat için seçilmiş bir gelenek olarak folklor ve halk edebiyatını öne sürmüştür.
Reklam
Asıl uzmanlık alanı pedagoji ve felsefe olan, bir mülakatında şiirden hiç hoşlanmadığını belirten27 ve esasen edebî bir kimliğe sahip olmayan İsmail Hakkı, buna rağmen ulusçu edebiyat tasarımına dair en çok ve devamlılıkla söz söyleyen isimlerden biri olarak karşımıza çıkar. Aşağıdaki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere ona göre edebiyatın varlığı öyle ya da böyle bir realiteyse, edebiyat bir şekilde varlık gösteriyorsa, her kültür kurumu gibi zaruri olarak inkılâp kanonuna boyun eğmek mecburiyetindedir. Sadece edebiyatçılar değil, herhangi bir sanatkârın özgürce davranması mümkün görülmez bu perspektifte.
Gellner’a atıfla söylersek, ulusçuluk bir noktada devletin hatıraları ile ulusun hatıralarının çakışmasını öngören bir siyasi ilkedir. Seküler ulusdevlet modelinde bu hafıza siyaseti dinin ve dinî olanın kamusal alandan ötelenmesi sonucu ortaya çıkan manevi boşluğun tatmini için bir alternatif metafizik geliştirme gayreti olarak da tezahür edecektir. Ulusçuluk bir bakıma vekil din işlevi üstlenecektir. Tüm o şaşaalı kamusal merasimler bu yeni seküler dinin ritüelleri, icat edilecek gelenekler yahut hafıza mekânları yine bu seküler dinin metafiziğini teşkil edecektir.
Söz konusu eğer uluslaşma ise katliama varana dek her türlü şiddet meşru ve hatta gerekli sayılacaktır. Fiziksel şiddetle sağlanan bütünlüğün tahkim edilmesi ise sosyolojik-psikolojikkültürel şiddetle, hafıza politikası ile mümkün olacaktır. Ulus, uğrunda her tür dehşetli kıyım, katliam ve şiddetin meşru kılındığı bir tanrısallık düzeyinde ele alınır.
Renan’ın, yankıları bugüne dek devam edecek şu sözleri Sorbonne’daki “Ulus nedir?” başlıklı bir konferansında kaydediliyordu: “Unutuş, hatta şöyle ifade etmek isterim ki tarihsel çarpıtma, bir ulusun teşekkülünde başlıca faktördür. Bu nedenle tarih araştırmalarının gelişmesi ulusallık açısından bir tehlikedir. Tarihsel incelemeler gerçekten de bütün siyasi oluşumların kökeninde, sonuçları pek hayırlı olmuş şiddet olaylarının yattığını aydınlığa çıkarır. Birlik her zaman hoyratça sağlanır; Kuzey Fransa ile Güney Fransa’nın birleşmesi neredeyse yüz yıllık bir katliam ve dehşet sürecinin ürünüdür. Bir asırlık bu arındırma işinin ustası diyebileceğimiz Fransa kralının; ulusal birliği en mükemmel şekilde tesis etmiş olan kralın, dikkatle bakıldığında sonraları prestijini kaybettiği, kendi yarattığı ulus tarafından lanetlendiği görülecektir. Lakin onun ve icraatlerinin kıymetini ancak bilgili-görgülü zihinler anlayacaktır. (...) Hiçbir Fransız, kendisinin Bourgonde mu Alain mi Taïfale mi yoksa Vizigot mu olduğunu bilmez; her Fransız vatandaşı Saint-Barthélemy’yi ve XIII. asır Midi katliamlarını unutmuş olmakla yükümlüdür.”103 [vurgular bize ait]
Ulusların Etnik Kökeni’nde Smith’in sorguladığı en önemli meselelerden biri, modern toplumların açmazlarından biri olarak nitelediği, geçmişe duyulan derin nostaljiye eşlik eden yenilik arzusudur. Ona göre bilhassa etnik geçmişe duyulan bu özlem, bütün zamanlarda ve topraklarda toplulukların bir özelliği olmakla beraber, insanların ölüm ve beyhudelik ile ölümün tehdit ettiği faniliğin üstesinde gelme çabaları ile alakalıdır.97 Bu noktada Smith ulusçuluğun, bu anlam arayışına vekil bir dine dönüşerek ve kendi metafiziğini yaratarak cevap verdiğini dile getirir.
46 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.