Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Sinisa Malesevic

Sinisa MalesevicEtnik Sosyoloji yazarı
Yazar
8.0/10
1 Kişi
9
Okunma
0
Beğeni
382
Görüntülenme

En Eski Sinisa Malesevic Sözleri ve Alıntıları

En Eski Sinisa Malesevic sözleri ve alıntılarını, en eski Sinisa Malesevic kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Başkan Trumanın Japonyaya atom bombası atanma kararını meşrulaştırırken söylediği " Bir canavarlar baş etmek zorunda kaldığınızda ona bir canavar gibi davranmanız gerekmektedir. Bu üzücü ama doğru." Sonuç olarak savaşlar azaldı ancak vahşilik arttı. (Schmitt 1996)
Sayfa 127Kitabı okudu
Weber'in bürokratik ussallaştırma incelemesi ana akım çağdaş sosyolojinin hammaddesine dönüşse de çoğu analist iki can alıcı gerçeği görmezden gelir. Birincisi toplumsal teori bürokratik ussallaştırmanın çoğunlukla ekonomik veya kültürel özellikleri ve sonuçlarına (örneğin, Lash ve Urry 1987; Sklair 1991; 2002) ve özellikle bürokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişkiye odaklansa da bürokratikleşmenin, içinden çıktığı dünyanın temeli askeriyedir. Weber'in (1968: 1152) vurguladığı gibi bürokratik rasyonalitenin temel bileşeni disiplindir ve “bütün disiplinlerin anası askeri disiplindir” (bk. 1. Bölüm). Dolayısıyla bürokratikleşme sürecini hakkıyla ele alabilmek için dikkatimizi baskı kurumunun rolüne kaydırmamız gerekir. İkincisi rasyonel bürokratik kurum modelinin doğumu ve yaygınlaşması şiddet kullanımını tekelleştirebileceğimiz kurumlarla tarihi olarak bağlantılı olmasıdır. Yani gelişmiş bir toplumsal örgüt olmadan etkin bir şiddet kullanımı ya da kullanma tehdidi olamaz. Tarihi olarak söylersek geniş ölçekli organizasyonlara sebep olan ve sonuçta onların varlıına bağımlı olan savaşın kendisidir (bk. 9. Bölüm). Modern dünyayı tarihi öncüllerinden daha az şiddetli ve bürokratik ussallaştırmayı baskıcı eylemleri engelleyici bir şey olarak gören popüler algılara rağmen bürokratikleşmenin kökleri baskıcı kontrole kadar iner. Bürokratik egemenlik telkine ve disiplinin kontrolüne dayandığı ve disipline edilmiş eyleme bağlı olduğu için itaat gerektirip onu talep eder. Bu anlamda bir fabrika işçisi, devlet memuru, öğretmen ya da hemşire genel anlamda asker ve polislerle aynı bürokratik kurum ilkeleriyle yönetilirler.
Reklam
Son zamanlarda ağırlıklı olarak ulus-devletler biçimi alan toplumsal örgütlerin baskıcı gücü son 10.000 yıldır artmış ve son 200 yıldır çarpıcı derecede yoğunlaşmıştır (bk. 3. ve 4. Bölümler). Devletler gibi modern toplumsal örgütler yalnızca kendi sınırları içindeki devasa alanlarda dolayısıyla bir anlamda kürenin çoğu üzerinde şiddet kullanımını tekelleştirmeyi başarmakla kalmayıp gitgide toplumların tamamını savaşmak üzere sılahlandırıp askere almayı becerip çatışmalarda ölenlerin sayısını çarpıcı oranda arttırmıştır. Baskılayıcı bürokratikleşmenin yeni yeni ortaya çıktığı modern öncesi dünyada öldürmenin faaliyet alanı kısıtlı idi ancak modern bürokratik makineler süratle çalışabilmekte ve günler olmasa da aylar içinde milyonları öldürebilmektedir. Eckhardt'ın (1992: 272) gösterdiği gibi Orta Çağ'ın başında, bilinen dünyadaki bütün savaşlardaki kayıpların sayısı yalnızca 60.000 iken yirminci yüzyıl doğrudan savaşlarda ölen 110 milyonun tek sorumlusudur. Dolayısıyla bağlamsal arızalar, belli zamanlarda yaşanan ani değişiklikler ve tarihi iniş çıkışlara rağmen baskının kümülatif bürokratikleşmesi tarihi bir süreçtir: zamanla, toplumsal kurumların yıkıcı sücüyle birlikte artmaya devam etmiştir.
Freeden'a göre ideoloji kişinin toplumsal ve politik dünyasının haritasını çıkarır. Toplumsal gerçekler ve politik olaylar asla kendi adlarına konuşmazlar ve bu yüzden bir şifre çözme süreci gerektirirler ve kişiye bu gerçekleri ve olayları anlaması ve etrafındaki diğer öğelerle birlikte ele almasına yardımcı olan bu özel ideolojik haritanın kullanılmasıdır. İdeoloji uyumu dayatır ve ideolojik anlatının toplumsal olarak kavranabilir bir anlam yaratmasına yardımcı olması için beklenmedik eylem, olay ve imgelere için temel oluşturur. Bu yüzden ideoloji en iyi, insan aktörlerin üzerinden eylemlerini ve inançlarını dile getirdiği görece evrensel ve karmaşık toplumsal bir süreç olarak kavramsallaştırılır. Nüfuz eden bir “düşünce-eylem biçimidir ancak günlük toplumsal uygulamaları belirleme şartı taşımaz. İdeolojik içeriğin çoğu toplumsal düzenin özel (tasarlanmış) ve büyük aşkın bakış açılarını yansıttığı için deneyimi aşar ve böylece sınanabilirlikten muaf kalır. İdeolojik söylemlerin birçogu üstün bilgi iddialarına, ileri etnik normlara ve kolektif çıkarlara başvurur. İdeoloji düşünce ve uygulamaların güç ilişkilerini meşrulaştırma veya yarıştırma yolunda bir araya geldiği karmaşık bir süreçtir (Malesevic€ 2002; 2006).
Geleneksel kural koyucular zaferlerini ve baskıcı yönetim biçimlerini gerekçelendirmek için din ve mitoloji gibi proto-ideolojileri meşrulaştırma yetkisini yaygın bir şekilde kullanmış olsa da şiddet eyleminin gerçekten ayrıntılı ve tam meşruiyetini gerektiren ve sağlayan aslında modernitedir. Bunun birçok nedeni vardır ancak üç tanesi öne çıkar. Birincisi moderniteyle gelen toplumsal düzenlerin öncesi olmayan yapısal ve kurumsal dönüşümü Nairnin (1977) tam yerinde ifadesiyle sıradan insanı tarihe davet etmiştir. Başka bir diyişle modern devletlerin bürokratik kurumsallaşması; seküler, demokratik ve liberal düşüncelerin yayılması; okuryazarlık düzeylerinin çarpıcı artışı; ucuz ve düşük maliyetli yayıncılık ve basının büyümesi; zorunlu askerliğin yayılması ve kamusal katmanın tedrici gelişmesi ve başka nedenler yeni, daha politize bir vatandaşlığın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Orta Çağ köylü sınıfının genelde alışkın oldukları yönetim şekillerinin işleyişiyle politik olarak ne hiç ilgisi olmuş ne de buna imkânı olmuş olmasına rağmen erken dönem modern dünya insanları yalnızca yeni politik yorumlamaların alıcısı olmamış ayrıca bu politik süreçlerde aktif bir rol alabilmiş ve buna gönüllü olmuştur.
(...) Ayrıca toplumsal örgütler moderniteyle genişledikçe farklı vatandaşlıkları, gerektiğinde savaşı ve diğer baskılayıcı nedenleri destekleyebilecek ve buna gönüllü olan sözde-homojen varlıklara eklemlemek için ideolojik tutkala gereksinip bunu başvurmuşlardır. Buna ulaşmak için kural koyucular mikro düzeyde dayanışmanın özgün bağlarını ulus devletlerin geniş ölçekli ideolojik kitle alanlarına yansıtma niyetiyle ideolojikleşme sürecini kullanmıştır (bk. 6. Bölüm). Bu anlamda merkezkaçsal ideolojikleştirme toplumsal kurumların (veya toplumsal hareketlerin veya her ikisinin) merkezinden çok geniş bir nüfusu kademeli olarak kapsayacak şekilde tarihi olarak yayılan kitlesel bir olgudur. Merkezkaçsaldır çünkü politik ve kültürel seçkinlerce yaratılmıştır, önce kendini adamış takipçilerin oluşturduğu küçük dairelerde başlayarak ideolojik eylemin (örneğin devlet, dini kurum, askeri kuruluş ya da toplumsal hareket) merkezinden daha geniş insan kitlelerine doğru yayılır. Ancak bu yine de ideolojikleşmenin sadece tek yönlü, yukarıdan aşağıya bir süreç olduğu anlamına gelmez. Hatta gücü ve her yana yayılması karşılıklı desteğe bağlıdır: toplumsal kurumlar ideolojik iletilerin yayılması ve kurumsallaştırılmasına (kitle iletişim araçları, eğitim kurumları, kamusal alan, devlet daireleri, polis ve asker yoluyla) yardımcı olurken sivil toplum grupları ve aile şebekeleri makro düzeyde ideolojik anlatıyı yüz yüze etkileşimin mikro düzeyde dayanışmasıyla ilişkilendiren normatif yapı iskelesine destek verir.
Reklam
'Almanların Savaş Yanlısı Devletciliği .. Trciteehke hem bir akademisyen hem de fikirleri on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında yaşamış birçok Alman entelektüel neslin üzerinde iz bırakan seçkin toplumsal figürdü. Treitschke'ye göre güç çoğunlukla devletin kendi iradesini sürdürme yeteneği ile eşit tutulmuştur. Aslında devlet güç olarak tanımlanmıştır: “Devlet halkın bağımsız bir güç olarak meşru bir şekilde birleşmesidir” ya da “Devlet halkın saldırı ve savunma gücüdür” (Treitschke 1914: 9, 12). Bu bakış açısına göre devlet kişilik, irade ve gereksinimler gibi sabit ve değişmez insani yeteneklere sahip tamamen antropomorfize edilmiş, somutlaşmış ve özselleştirilmiştir. Kendi sözleriyle: “bu devasa kolektif kişiliğin özünün güç olduğunu hatırlarsak Devletin en yüksek ahlaki görevinin gücünü muhafaza etmek olduğunu görürüz” (Treitschke 1914: 31). Bu durumda bu anlayış doğrultusunda devletin dışında veya üstünde başka bir güç olmaması bir yana devletin raison döfre'i gücün biriktirilmesi, muhafazası ve kullanımıdır. Kendisinin de vurguladığı şekilde, “Kilisenin temeli nasıl İnançsa, ailenin temeli nasıl Sevgiyse Devletin temeli de güçtür.” (Treitschke 1914: 12).
Vilfredo Pareto ve Gaetano Mosca sosyolojideki eli teorinin kilit temsilcileri olarak tanınsa da şiddet ve sav, üzerine yaptıkları incelemelere yeterince özen gösterilmemiştir. Her ikisi de tarihi, örgütlü bir azınlığın örgütsüz çoğunluk üzerindeki süreğen egemenliği anlamında yorumlayıp bu süreçte baskının göz ardı edilemeyecek rolünü vurgulamıştır. Açıklamak gerekirse ikisi de bütün toplumsal ve politik düzenlerde elitin egemenliğini güvence altını alan iki temel ve birbirine bağlı unsur olduğunu söylerler ideoloji ve güç. Pareto'nun (1935) elitlerin sirkülasyonu teorisinde eski yöneticilerin çöküşü, sıradan kitleler arasından çıkan yeni elitin yükselmesi ve dolayısıyla tarihinin “aristokrasilerin mezarlığı”na çevrilmesiyle dengelenmiştir. Yine de kökeni ne olursa olsun her elit gücü edinmek ve elinde tutmak için ideolojik hegemonyaya (“türevler”) ve dahası güç kullanmaya yaslanmak zorundadır.
(!!) İnsanı aslen çatışma-güdülü yaratıklar olarak gören Mosca savaşsız bir dünya beklentisi konusunda pesimisttir. İncelemesinde çatışmalar asla yok olmaz yalnızca bir alandan diğerine taşınır: “Daima çıkar çatışmaları ve kaba kuvvete başvurulan kendi yöntemiyle irade arzusu olacaktır...|çağdaş daimi ordu| örgütü çözülüp zayıfladığında güçlü, cesur, vahşi küçük kurumların canlanıp zayıf ve barışçıl üzerinde tahakküm kurmasına ne engel olabilir? Büyük ölçekli savaş bittiğinde aileler, sınıflar ya da köyler arasındaki münakaşalarda küçük ölçekte yeniden dirilmeyecek mi? (Mosca 1939: 242).
Franko-Alman şiddet metafiziği Klasik sosyal düşüncede belki de kavga etmeyi en çok seven yaklaşım Georges Sorel ve Georg Simmel'in eserlerinde temsil edilmiştir. Bu iki düşünür nadiren, vakiyse, aynı bilimsel geleneğe ait olarak düşünülse de savaş ve şiddeti yorumlamalarında büyük oranda birbirlerine benzerler. Farklı epistemolojik çerçevelerine rağmen şiddeti toplumsal ve ontolojik bir zorunluluk olarak tanımlarlar. Analitik ve normatifi karıştırarak savaşma ve kan dökme deneyimini bireysel ve kolektif anlamda güçlü dinamolar ve dramatik toplumsal dönüşüm başlatıcıları olarak görürler. Başlangıç noktaları birbirinden epeyce uzak olmasına rağmen şiddet ve toplumla ilgili metafiziksel teşhisleri büyük oranda örtüşür. Sorele (1950 (1908)) göre şiddet toplumsal değişmenin ayrılmaz bir mekanizmasıdır. Özellikle sömürgeci kapitalist bir devletin devrilmesi için esas olarak gördüğü proletaryan şiddetine odaklanmıştır. Yine de geleneksel Marksizmden ayrı olarak Sorel devrimci dönüşümün gönüllülüğe dayalı ve büyük oranda irrasyonel bir modelini önerir. Bakış açısına göre böylesi radikal bir değişme hem ideolojik hem de şiddetli aygıtlar gerektirir: genel grevle ilgili politik mit ve sınıf savaşmasının yoğunlaştırılması.
Reklam
Savaş yanlısı düşüncenin çağımızla ilişkisi Yirminci yüzyılın dehşet saçan, yaklaşık 70 milyon insanın hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan iki dünya savaşının yaşattığı deneyim sosyolojik teori üzerinde silinmez izler bıraktı. Savaş ve şiddeti analitik olarak tarafsız hatta dolaylı bir şekilde olumlu bir ışık altında yorumlayan kavram ve fikirlerle herhangi bir çağrışım akademik hayatta yer bulamadı. Bir yanda iki savaşın dehşetinden kısmen sorumlu fin de siecle entelektüel militarizm vardı, bir yanda da WWTİ sonrası endüstriyel toplumundaki toplumsal gerçekleri anlamada toplumsal yaşamın “savaş yanlısı” kavranışının konuyla ilgisiz sayılması vardı. Sonuç olarak ya içten gelen bir reddedişle ya da sosyal olarak bilinçdışı baskılama yoluyla klasik sosyal düşüncenin “savaş yanlısı” geleneği büyük oranda unutuldu. Bu eserleri ciddiyetle yeniden ele almakla ilgili herhangi bir girişim sosyal Darwinizme eski haklarını yeniden verme girişimi olarak etiketlenip ahlaken ayıplanması gerektiği için anında kınandı.
Holsti (1991) ve Tilİy'nin (2003) ayrıntılı biçimde belgelediği gibi yirminci yüzyıl 250 yeni savaş ve 100 milyon can kaybıyla kayıtlı insanlık tarihinin en kanlısıydı. Örgütlü terör şiddetindeki çarpıcı artış ve Afrika, Irak, Afganistan ve diğer birçok yerde devam eden savaşlar hiç de umut verici görünmüyor. Başka bir diyişle savaş ve şiddet bir sapmadan daha çok insanın toplumsal deneyiminin dâhili bir parçası olarak kaldı ve bu yüzden ciddi sosyolojik uğraşı gerektirmektedir. Ancak çağdaş sosyoloji çoğunlukla savaş ve kolektif şiddeti görmezden gelmeye eğilimlidir. İki dünya savaşından miras kalan güçlü normatif önyargıyla süslenmiş birçok sosyolojik araştırma şiddetin yoğun bir şekilde reddini ve varlığının gürültülü bir şekilde ihmalini bir araya getiriyor (Joas 2003).
Rustow'un da öngördüğü gibi eski kolonyal güçlerin (fetheden devletler) içten pasifize olup çok gelişmiş olanların (kültür devletleri) genelde savaşı dünyanın daha fakir yerlerine zararına ihraç ettiğini (süperkatmanlaşma) gösteriyor. Bu çalışmalar yeni şiddet çatışmalarını Güneydeki hâlihazırda zayıf devletlerin temellerini sarsan azgın ekonomik İiberalleştirmeden kaynaklanan talancı savaşlar olarak gördükleri için Rustow'un fikirlerini doğruladıkları söylenebilir. Bauman ve Kaldor gibi “yeni-savaşlar” paradigmasının önde gelen savunucuları dolaylı olarak Rustow'un fikirleri üzerinden ilerlemişlerdir çünkü küreselleşmeyi eninde sonunda, kimlik politikalarını kullanarak terörü yayan ve devlet yapılarından kalanları kontrol eden silahlanmış savaş lordlarının olduğu Machiavelci bir ortam yaratacak kırılma anına öncülük eden bir güç olarak algılıyorlar (Kaldor 2001; Bauman 2003),
Modern sosyobiyolojinin kurucusu E. O. Wilson insan imgesinin özellikle doğuştan saldırgan ve savaşa eğilimli bir yaratık olarak yaygınlaşmasında çok etkiliydi. Görüşüne göre insanlar, aynen hayvanlar gibi genetik olarak milyonlarca yıldır evrimleşen köklü saldırgan eğilimler taşımaktadır. Bunun sonucu olarak savaş kurumu özünde bu hırçın eğilimin bir uzantısından fazlası değildir: “Tarih boyunca en örgütlü saldırganlık tekniği olan savaş avcı-toplayıcı gruplardan endüstriyel devletlere kadar her tür topluma bulaşmıştır” (Wilson 1978: 101). Bu bakış açısına göre bireysel saldırganlık ve örgütlü şiddet arasında hiçbir fark yoktur: cinsel hâkimiyet, birinin kendi bölgesini savunması, avlanan bir yırtıcı saldırganlığı, toplumsal bir grup içindeki hiyerarşilerin yaptırımı ya da büyük ölçekli bir toplumda toplumsal düzeni korumak için uygulanan “cezalandırıcı saldırganlık”; hangisini içerirse içersin bütün şiddetler saldırganlık dürtülerine indirgenmiştir.
47 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.