Ya da pastel renkli filmler çekmek isterdi… Çamaşırhanenin yanında oynayan çocuklar, iplerde kuruyan çamaşırlar, babaların yüzleri, uzaklaşan trenlerin sesleri, kavak dallarını hışırdatan rüzgâr, okşanan bir ten, fotoğraflarda saklanan tüm o anılar, eski savaşçılar, bayraktarlar kafilesi, pırıl pırıl helikonlar ta tara ta ta tara ta tara ta ta, uçsuz bucaksız yemyeşil bir tarlada salınan papatyalar, kuşluk vakti iki öküzünü otlatan köylü…
Zaman akıp giderdi, evlerdeki çatlaklar gitgide büyürdü, pul pul kabarmış sıvalar üflesen dökülecek gibi görünürdü, bağcıklar açılır ve ayakkabılar su alırdı. Her şey yavaş yavaş çözülür, tendeki hücreler de bir bir ölürdü, tırnaklar kırılır; retinadaki çomakçılar kırmızıyı yeşilden ayırmakta geçen her dakikada daha çok zorlanırdı.
Ve sonra, yağmurlu günlerin akşamlarında, yüreğin dünyayı uyandırmak istercesine göğüste çırpındığı, alınların kırıştığı soğuk akşamlarda nasıl da başka biri olmak isterdi; bir ermiş, bir kurtarıcı, kurşun yağmuru altında cephede en ön safta yer alan, eylemde en önde yürüyen, yumruk havada, ötekilerin seslerini bastırarak marş söyleyen…
“Bu son kavgamızdır, artık kenetlenelim” diyen kişi olmalı, tam göğsüne bir kurşun yemeli, lime lime olan beyaz gömleğin üzerinde kıpkırmızı güzel bir kan lekesi belirmeliydi. Kadınlar, erkekler ağlarlardı o zaman; gözyaşları da dinerdi. Nefret, donukluk, sessiz kortej…
İktidar dize gelecek; üçkâğıtçılığın, yalanların yerini yeni bir düzen alacak.
Yaşasın gerçeklik uğruna can veren kahramanlar, yaşasın yoldaşımız…
Hayatlarının dar bir yolun, bir orta yolun üzerine kurulmuş olduğunu hissediyorlar; gelip geçicisinden bile olsa, taşkınlığı, çılgınlığı andıran her şeyin, yasak değil, daha kötüsü, olanaksız olduğu bir yolun üstüne...