Vaktiyle Uzakdoğu’da bir Taoist âlim yaşardı. İsmi Chuang Tzu. Bir öğleden sonra kısacık bir şekerleme yaptı. Rüyasında kendini kelebek olarak gördü. Çiçekten çiçeğe konmakta, rengârenk kırlarda özgürce kanat çırpmaktaydı. Derken uyandı. Düşüncelere daldı. Öğrencileri dayanamayıp, neden bu kadar suskun ve efkârlı olduğunu sordular. “Daha az evvel rüyamda bir kelebektim” dedi âlim. “Uyandım. Ancak bilmiyorum hakikaten uyanık mıyım şu an, uykuda mıyım? Belki de rüya içinde rüyadır gördüğüm. Kendini kelebek zanneden bir insandım az evvel, şimdiyse kendini insan zanneden bir kelebeğin rüyasında dolaşıyor olabilirim. Ondan suskunluğum.” Sessizlik böyle bir şey belki de.
Sürgünler ise ha bire hareket halinde olan, bir yere, bir kimliğe, bir aidiyete yerleşme özürlüler, mütereddit ruhlar.
Nereye giderlerse gitsinler bir türlü varamayanlar...
Bir hafta sonra Fransız adamı Paris'te terk etmiş, aşkın hayatındaki işlevini asla keşfedemeyeceği sonucuna varmıştı. Bu bir rahatsızlık olmalıydı, çünkü tanıdığı herkes er ya da geç aynı şeylerin öneminden bahsetmeye başlıyorlardı: evlenip çocuk sahibi olmak, yemek yapmak, televizyon seyrederken eşlik edecek birine sahip olmak, tiyatroya gitmek, dünyayı gezmek, eve dönerken küçük hediyeler getirmek, hamile kalmak, çocuk yetiştirmek, kocası ya da karısının küçük kaçamaklarına göz yummak, hayatın tek anlamının çocuklar olması, akşam yemeğinde ne yeneceği, geleceğe dair planlar, okulda, işte, hayatta başarılı olmak...
Sandım ki yolculuğumun sonuna gelmişim
Kıyısındaymışım sınırımın
Önümdeki yol kapalıymış
Erzakım bitmiş
Vakti gelmiş sığınacak yer bulmamın
Sessiz karanlığın ortasında
Derken keşfetmişim ki
Arzun hala canlıymış
Yorgun dilim eski sözcükleri unuttuğunda
Yeni ezgiler filizleniyormuş yüreğimde
Eski yolların bittiği yerde
Yeni bir dünya çıkıyormuş ortaya
Rabindranath Tagore