Eylül okuması zor bir roman; iki ana karakterin, Necip ve Suat'ın iç konuşmalarından, akıl yürütmelerinden ve duygusal iniş çıkışlarından, daha doğrusu bunların bitmek bilmemesinden yorulabiliyor insan. Ayrıca, Mehmet Rauf cümleleriyle dilbilgisini bazen epey zorluyor, o cümleleri mantıksal birer söz dizimi olmaktan çıkarıp, anlamlarını ancak okunduktan sonra sezgisel olarak anlaşılacak bir hâle sokuyor.
Yine de bu kitap psikolojik tahlillerinin ayrıntılarıyla, Boğaziçi'nin mevsimle iç içe geçmiş tasvirleriyle, İstanbul'un sonu "köy" ile biten fakat günümüzde kalabalık birer ilçe yahut semt olan yerleşim yerlerinin gerçekten birer köy olduğu zamanlardaki güzelliklerini hayal ettirmesiyle bile okunmaya değerdir.
Benim için araştırmaya değer olan, karakterlerden Necip'in psikolojik tahlilleri oldu. Kendisindeki henüz büyümemiş olma hâli (örneğin kendine zarar vererek karşıdakine ders verme çocukluğu) ve anne bağımlılığı (Suat'ı önce idealleştirerek anne mertebesine yükseltmesi, sonra da aşkı cinselliğinden soyutlayarak Suat'a ruhen bağlanmaya çalışması) üzerine düşümeye değer.
Lâkin kitabın sonu nedir öyle? Böyle bir şey olacağına hiçbir şey olmasa çok daha iyi olurdu. Karakterler bir eylemde bulunsa en azından bir karar vermiş olurlar, hiçbir şey yapmasalar roman son sayfasından sonra yaşamaya devam ederdi. Ama böylesi, bu romantik son, statükonun yüceltilmesi değil de nedir?