Eleme, kedere, hatta sevince bir sınır tayin etmek... Bunu, yalnız sehirlerde olur bilirdim. Meğer insan, köylerde, dağ başlarında ve mağara kovuklarında da samimi olmak, içinden geldigi gibi, içinden geldigi kadar gülüp ağlamak hürriyetine sahip değilmiş.
Zavallı köylü çocuğu! Sen, iki üvey ananin yavrususun.
Biri demin seni döven anandir, öbürü de seni her gün döven, doğduğundan beri her gün döven yurdundur. İkisinin acısı arasında, böyle kavrulup gitmişsin
Hülasa, çoğumuz seyahat eder gibi benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz.
“Bir medeniyetin hayat felsefesi” diye düşündü... “ Her cins hadise bir başka türlüsünü davet eder. Demek ki sade ıstıraplarımız, üzüntülerimiz değil, tesellileri, mukavemet çareleri de miraslarımızın arasında...”
Tabiatın bize her taraftan “ Ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel bana dön, terkinime karış, her şeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun” dediği saatti.