Kolumu ısırıp saat yapardım, gülerdim.
O zamanlar küçüktüm. Annemden kaçardım döve döve banyo yaptırmasın diye. Okulu, dersleri, öğretmenleri sevmezdim. Özellikle de matematik öğretmeni. Kötü hava koşulları nedeniyle okula gitmediğim günler benim bayramımdı. Bir zamanlar sırf evinin olduğu sokakta oynadığım için topumu patlatan morukların ölümüne sevinirdim. Hoca El-Fatiha diye çağırdığında okuyormuş gibi yapar, sadece hareket ettirirdim dudaklarımı. Nasıl bilirdiniz diye sorduğunda küfrederdim, ölüye, hocaya, zorla beni cenaze namazına götüren babama. Hakkımı helal etmeden de koşarak uzaklaşırdım oradan. Mutluydum. Yaşlılık nedir, kanun nedir, siyaset, suç, medeni toplum, görgü kuralları, edebi eleştiri, iç savaş, ekmek parası, beyaz saray, akraba nefreti, perdemin arkasında beni dikizleyen ölüm, mikrodalga fırın, fotoşop, E-posta nedir bilmezdim. Çocukluğumu, masumiyetimi öldüren hiçbir şeyden haberim yoktu. En büyük korkum salı günleri serbest bırakılan ve sokaktan geçmeme mani olan komşumuzun köpeğiydi. O köpekten bugün bile nefret ederim. Sahibinden de. Babamdan da. Köpek öldü ve ben hâlâ salı günlerinden nefret ederim. Hiçbir zaman büyümeyeceğimi sanıyordum. Annemin ölmeyeceğini, ölmesine dua ettiğim babamın yaşlanmayacağını, yarının hiç gelmeceğini sanıyordum. Çünkü koluma yaptığım saatin ibreleri hareket etmiyordu.