Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Ömer Yıldırım

Ömer Yıldırım
@SiyahCapa
17 okur puanı
Mart 2015 tarihinde katıldı
Şu anda okuduğu kitap
Bir ara iki ordu arasındaki dengesizliği gören Sultan Selâhaddin’in askerleri¸ çekingenlik göstermiş ve geri dönmek istemişlerdi. Selâhaddin ise ileri atılıp¸ şu müthiş sözlerle askerlerini toparlamaya¸ azim ve cesaretlerini bilemeye kâdir olmuştu: “Madem ki ölümden korkuyoruz; niçin evlerimizde oturup çoluk çocuğumuzla zevk ve sefa içinde yaşamıyoruz? Bizim vazifemiz düşmanın azlığını ve çokluğunu mukayese etmek değil¸ onun karşısına çıkmaktır!” Harp gecesinde ise¸ Allah’a şöyle derin bir yakarışta bulunmuştu: “Allah’ım¸ bilirsin ki ben bu harplere şöhret ve mevkî için atılmadım. Tek gayem¸ Senin ismini yüce tutmak ve yeryüzüne gerçek adaleti¸ ahlâk ve fazileti yaymak¸ insanları birbirine kardeş etmektir. Sadece sana güveniyoruz. İnancımızda en ufak bir sarsıntı olmadı ve olmayacak da. Bedir aslanlarına olan yardımını bizden de esirgeme!..” Neticede Richard’ın öncülüğünde sulh istemek zorunda kalan Haçlılar¸ 1 Eylül 1192’de imzalanan anlaşmayı müteakip çekilmişlerdi. Selâhaddin şahsında¸ Müslümanların üstünlüğünü Haçlılara bir defa daha tasdik ettirmiş; Kudüs ve Ortadoğu’daki İslâm varlığını söküp atmanın kolay olmadığını tekrar ispatlamıştı.
Reklam
Sevgili Dostum!.. Artık binbir yol ağzında ne yapacağını kestiremeyen KİM değil, kararlı ve yürüyeceği yolu belirlemiş bir KİM var. Ötesi nasip… ‘Kendini bil!..’ ‘Ben’, mesafesizlik içinde uzaklığım. Zamanın temposu içinde bu uzaklığı yakınlaştırmaya çalışacağım; bunun için yaşıyoruz. Ve şuurumla, uykusunun mahmurluğunu atmaya çalışacağım şuurumun. Her yokuşta, bir sonraki davetin kabulcüsü olacağım. Ve yürüyeceğim gücüm yettiğince yolumda. Unutmayacağım, pijamalık kumaştan ‘smokin’ yapılmayacağını. Ve biliyorum, ancak ayakta durabilenler ayakta tutabilir. Biliyorum artık, sonuca ulaşacak şekilde başlamanın, bitirmek kadar zor olduğunu. Ve biliyorum, yola pazarlıksız atılmak gerek. Ve dua; vesile için…
Kaydettiğimiz gibi, cemiyete yüzde yüz denkleşme ve emek vahitleri arasında tesviyelenme imkânsızlığı, sanılmamalıdır ki; sımsıkı korunması, körüklenmesi ve geliştirilmesi lâzım bir hal, bir prensiptir. Tamamiyle aksi!.. Bu hal, hikmet icabı, bir zaruretin ifadesi; bu zaruret de, imkân nispetinde giderilmesi için ebedî bir mücadele mevzuu... Hayatı fışkırtan saik de, işte bu mücadeleye hız verici zıt kaynaklar... Nasıl saf bir sanat telâkkisi, bulmayı değil, sonsuz bir aramayı hedef tutarsa, cemiyet de tezatlarını kapatmaya doğru ebedî bir gidişi, varmanın aslâ mümkün olamayacağı şuuru içinde gaye edinmek borcudur. Yine dokunduğumuz gibi belli başlı bir sınır içinde ıstırap, mefkûrevî huzurun geçidi olarak bir nimettir; ve hissi iptal edilmiş uzuvdaki ağrısızlık gibi, ıstırapsızlığın ıstırabından büyük acı yoktur.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
“Çilemizi bile bile, göre göre, doya doya doldurmadıkça kurtulamayız. Elverir ki ıstırap çekmeyi, acıya katlanmayı bilelim... Acı çeken, acı çekmeyi bilen, onu savmayı da bilecek olan demektir.”
Ben heykelimi yaparken, onu mermer içine gömülü hazır bir vücut gibi hayal ederim. Çekicim onun şurasına burasına geldikçe dururum. Adetâ mermerde gizli heykelin üzerindeki moloz tabakasını soyanm ve eserimi meydana çıkarırım. (Roden)'in bu tarifinde üstün idrak metodu vecd anlayışında toplanıyor ve bildiğini, anladığını sanmaya karşı gerçek bilme ve anlamayı kabuktan içerilerde arama ve inandıktan sonra bulma cehdine yol veriyor. îşte tüm mesele; nur topu İslâmı asırlar boyunca üzerine yığılan küf, pas ve moloz tabakalarından sıyırıp ortaya koyma dâvası!.. Ve onun aslında dışarıdan hiçbir şeye muhtaç olmadığını kestirme şuuru... İnsanoğlunu satıh üzeri buluşlarla bunca şımartan ve yolunu bulduğu hissini veren müsbet bilgilerin vecde ve sonsuzluk iştiyakına bağlanmasındaki sır, tasavvufta...
Reklam
Hastayken, Mısır Çarşısından ot seçmek yerine, Sahaflardan kitaplar devşirmeğe bakmıştım. Henüz bu kitapları iyi, kötü diye ayırt edebilecek bir müdir fikir ölçüsüne de malik değildim. Tasavvufa, Đİslâm mütefekkirlerne, evliya menkıbeleri.dit ne varsa... Kafamda tama-miyle posalaşmış; hurdalaşmış hale gelen Batı büyükleri bir tarafa; asıl Doğu ve İslâm büyükleri arasında benimkine benzer bir nefs muhasebesinden, fikir çilesinden geçmiş biri var mıdır diye bakıyordum. Diktiği gömleği aynı yerden defalarla söküp diken velînin: — Nefsim benî bir şeyle meşgul etmeden ben, onu meşgul etmeğe bakıyorum! Demesi... Ve başka bir velînin durmadan teşbih çekerken ne aradığını soranlara: — Gafleti arıyorum! Cevabını vermesi... Bunlarda halimi andıran pırıltılar görmekle beraber, sefil mevkiimi onların ulvî makamlarına yakıştıramıyordum. «Gafleti arıyorum!» sözündeki hikmete ve bu sözün belirtttiği ihtiyaca muhatap olacak, o anda ve bütün dünyada benden lâyık kimse bulunamazdı ama, onların Allah'a doğru uçuşlarındaki sıhhatli hali ile, benim, yine belki Allah yolunda; fakat parça parça edili-şimdeki hasta ifade nasıl birleştirilebilirdi? Bana, kemâl yolunda aklın iflâsını görmüş ve bu iflâsın yangını içinde kavrulmuş biri lâzımdı. Nihayet buldum:
Son gördüğüm halüsinasyon da, kantinden aldığım ve epeydir açık zeytinleri yedikten sonra olmuştu. Deneme yapmaya karar verdim ve buzdolabını açıp, plastik ambalajı içindeki zeytinlere uzanıyordum ki, açık kısmının bir bölümünde matlaşmış olmalarına mukabil, diğer kısımda zeytinlerin yağ dökülmüş gibi ve pırıl pırıl olduklarını gördüm. Evet; yine ben yokken koğuşa girmişlerdi. Bir parça ekmekle 5-6 zeytin tanesini ağzıma attım; ve yutmamdan, 5-6 metre ötedeki bahçe kapısına gidene kadar, tesiri hissettim. Bahçeye çıkmaksızın bir sigara yaktım ve o ânda karşı duvarda, açık arabalara binmiş geçen silâhlı askerleri silüet hâlinde gördüm. Sonra, deforme insan suratları falan filân. Duvarda, başkasının alelâde olarak göreceği tabiî veya kasden atılmış çizgilere, hayâlim kolayından suret giydiriyordu; ama benim irade ve isteğimle değil. Şuurlu bir şekilde, etkilenmeden öyle seyrettim. Birkaç dakika sürdü. Bahçeye adım atmıştım ki, şöyle bir durum: Yarı belinize kadar denize girdiğinizi düşünün. Dalganın gelişi ve çekilişi boyunca, siz de ritmik bir şekilde öne arkaya salıncaklanıyorsunuz. Gözünüzü yumun. Gözünüz yumulu da olsa, denizde olduğunuzu yaşıyorsunuz ve tahayyülden fazla, denizi görüyorsunuz. Şu ânda oturduğunuz yerde gözünüzü yumun; çevreden sizde ne var? İşte öyle. Fakat benim anlatmak istediğim, bu hâlden fazla ve şuur kaybı olmadığı için gerçekten eksik bir görüş. Evet; bahçeye adımımı atar atmaz, dalgalı bir suya girdim. Suyun geliş gidiş ritmi içinde, bir-iki adım öne, bir-iki adım geriye, salınıyorum. Burası, bahçe olduğunu bildiğim için havuz diyorum, ama yaşadığım, deniz…
Hüsameddin hemen kalkıp eve gitti, evindeki eşyasından ne varsa, para pul, kap kaçak ve kadınların süs eşyalarına varıncaya dek ne bulduysa alıp getirdi, önüme koydu. Gilistra köyünde de tıpkı cennet bağına benzer bir bağı vardı. Hemen onu da satıp parasını pabuçlarımın içine döktü. Böyle bir padişah kendisinden bir şey istediği için yerlere kapanıyor, ağlayıp sızlıyor, Allah’a şükürlerde bulunuyordu. — Evet, Hüsameddin. Ben Allah’ın inayetinden ve erlerinin himmetinden öyle ümit ederim ki bugünden sonra en olgun velilerin gıpta ettiği bir makama erişecek, temiz kardeşlerin kıskanıp sevdiği bir kişi olacaksın. Her ne kadar Allah erleri hiçbir şeye muhtaç değiller, hiçbir şeyden fakirlik çekmez ve iki dünyadan ellerini çekmişlerse de; sevilen kişi, ilk adım olarak sevenin sevgisini ve dünyayı; ikinci adım olarak da Allah’tan başka her şeyi terk etmesiyle imtihan eder. Çok isteyen mürit hiçbir şekilde muradına yol bulmaz; ancak kulluk ve bol bol yemek yemekle bulunabilir. “Verenler, Allah’tan korkanlar, fenalıktan çekinenler” âyeti Sıdk-ı Ekber’in (Ebu Bekir Sıddık) bayrağının nişanıdır. Çok sadık, doğruların da bu Sıddık gibi olmaları lâzımdır. Şeyh’inin yolunda altınlarını feda eden her mürit ve âşık başını da feda edebilir. Dünyada içtenlikle inanan ve her türlü ikiyüzlülükten arı duru olmuş âşıklar kalmamıştır.”
Sen ve karındaşın nasıl ortaya çıkıp cihad meydanına atıldınız? Bunun sebebi ne idi? Kimlerdensiniz? Bu zamana gelinceye kadar ufak büyük karada ve denizde ne gazalar oldu ise, yazıp buraya gönderesin ki, eskiden yazılmış tarihlerin yanında devlet hazinesinde bulunsun.
Benzeri: Kâğıt parçası! Hususi Kâtibi: (Müthiş bir kahkaha kopararak.) Deli, buna para derler, para! Şeref de bu, namus da bu, akıl da bu, hikmet de bu, sıhhat de bu, hayat da bu, dünya da bu, ahiret de bu, parrra!!!”
Reklam
Ben tırmanmak istediğim kayadan düştüm. Meğer çok ileriye gitmişim. Yasak ülkelere girmişim. Gözü kör yürürken bir çıyan yuvasına basar gibi bazı sırların üstüne bastım. Onlar kayıplar âleminin bekçileriydi. Ürktüler ve beni çarptılar. Yaratıcı neymiş, yaratmaya kalkışarak tanıdım. Yalancı ilah, doğrusunu tanıdı. Gölge artist öz sanatkârı tanıdı. Ben şimdi, şu anda tanıyorum Allah’ı. İlminin, sanatının karşısında aklımı veriyorum. Aklım bir cephane deposu gibi patlıyor. Kül oluyor. Bekle az kaldı.