Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Namus Hakkında

Namus konusu, istatistikler, fiyatları ve daha fazlası burada.

Hakkında

Daha geceydi. Çobanyıldızı derinlerden dünya üzerindeki uyumuş sürülere bakan tek bir göz gibi parlıyor, koyu karanlıklara mavi bir ışık akıtıyordu. Hapishanenin ağır, demir kapısı acı bir küfür gürültüsü ile açıldı. Jandarmalar, elleri arkasına bağlanmış zayıf, cılız, ürkek bir adamı dışarı çıkardılar. Siyah arabanın dar kapısından sokmak için kollarından yukarı kaldırıyorlardı. Elleri bağlı adam sağındaki sakallı jandarmaya döndü: — Nereye gidiyoruz be ağam? diye sordu. — Bilmiyor musun? — Bilmiyorum be... — Deminden imam efendi sana ne dedi? — "Lala, ala..." diye bir şeyler söyledi. Ben "Ne diyorsun?" dedim. "Benim dediğimi söyle!" dedi. Ben de onun dediğini anlamadan söyledim. — Öyleyse çok iyi ettin! cevabını veren jandarma, mahkûmu arabanın içine tıktı. Kendi de yanına girdi. Dışarıda kalan genç jandarma üstlerinden kapıyı kilitledi. Mavi alacakaranlığın içinde kamçı sesi, atların nal tıkırtıları, demir tekerlek gürültüleri işitildi. Penceresiz arabanın içi tıpkı bir kutu gibiydi. Köşesinde küçük bir fener, sarı, ziyasıyla cidarlardaki gölgeleri titretiyordu. Mahkûm susmuyordu. Tüfeğini yanına dayayan sakallı jandarma, tabakasından bir cigara sarıyordu. Güldü: — Yarım saat sonra ısınırsın! diye başını salladı. Konuşmaya başladılar. Bozuk kaldırımların sarsıntısı ha bire sözlerini kesiyor, ikiye bölüyordu: — Hamama mı gidiyoruz? — Hamama ama senin bildiğin hamam değil... — Nasıl?.. — Sabunu var, suyu yok... — Benim abdestim var be ağam, niye beni hamama götürüyorsunuz? — Abdestini bozdurmak için! Mahkûm, jandarmanın alayından bir şey anlamıyordu. Sustu. O susunca, jandarma sormaya başladı: — Ulan senin kabahatin neydi? Mahkûm, yarasına dokunulmuş bir adam gibi haykırdı: — Namus, bre ağam, namus, namus, namus! Yerinden kalkıyor, çırpınıyordu. Bu namus heyecanı jandarmanın canını sıktı: — Ulan, Çingene'de namus olur mu? dedi. — Neye olmasın ağam, Çingene insan değil mi? — Karını başkasıyla mı yakaladın? — Hayır. — Kızını mı yakaladın? — Hayır. — Öyleyse niçin "namus, namus" diye bağırıp yırtınırsın. Ne oldu ki bakayım?.. Mahkûm Çingene, felaketini hatırladı. Sarardı. Dudakları titriyordu. Hikâyesini anlattı: — Bir akşam dereye, yıkanmaya gitmiştim. Biraz geç kaldım. Çergeye döndüm. Ah namus, bre namus!..Bir de ne göreyim?.. — Ne gördün? — Ah namus bre! Namus ağam. — Söyle canım, her vakit gördüğün bir şey olacak! — Hayır. — Ya ne gördün?.. — Karım, kız kardeşim, anam,halam, küçük kızlarım, yengem taplanmışlar. Bir şeye bakıyorlar, hem gülüyorlar. Jandarma bunu pek merak etti. Cigarasını ağzından çekti: — Neye bakıyorlardı? Çingene tekrar "namus bre, namus" diye kafasını arabanın cidarına çarptı: — Bizim çomara Hasan'ın sarı erkek köpeği yapışmış. İçeri almışlar, seyrediyorlardı. Jandarma gülmekten katılıyordu: — Ey, sonra?.. — Birdenbire hiddetlendim. "Sizin hiç utanmanız, arlanmanız yok mu?" dedim. Elime çotranın yanındaki bir balta geçti... — Ey?.. — Hepsinin kafasına ayrı ayrı indirdim. Çomarı da ikiye böldüm. Hiçbiri kaçamadı. Hepsini geberttim. !!!! Jandarmanın cigarası parmaklarından düşmüştü. Çingene "namus bire, namus!" diye dövünüyor, araba daha ziyade sarsılıyor, daha ziyade takırdıyordu. Jandarma, karşısındaki sıska, kirli suratlı, pis herife bakarak yüreğinin çarptığını duyuyor, gayr-i ihtiyarî memleketinde Hıdırellez günleri yaptıkları eşek bayramını hatırlıyor, kendi namussuzluğuna şükrediyordu. Evet, bu Çingene gibi içlerinde bir iki namuslu adam olsaydı, bütün kasaba halkını, Hıdırellez günü yaylada kılıçtan geçirmek icap edecekti. Araba, katilin dokuz insanı baltayla kestiği yerde durdu. Burası bir şose kenarıydı. Küçük kapının kilidini açtılar. Önde elleri bağlı Çingene, arkadan sakallı jandarma indi. Müddeiumumi[1], komiser, hâkim filan hepsi daha evvel gelmişlerdi. Arabalar bir katar gibi birbiri arkasına dizilmiş, yol boyunda duruyordu. Ortalık tamamıyla ağarmış, çobanyıldızı sönmüştü. Komiserle gelen jandarmalar, bir iskemleye binmişler, gülüşerek darağacının ipini sabunluyorlardı. Çingene, bu manzarayı görür görmez, gölgesinden ürkmüş bir Arap atı gibi şahlandı: — Ay, beni asacak mısınız? diye haykırdı. Kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyordu. Komiser, elindeki yaftayı katilin boynuna geçirmek için ilerledi. Namus uğrunda şehit olacak bu bîçareye karşı herkesin kalbinde sanki gizli bir muhabbet, gizli bir hürmet vardı! Hele beyaz sakallı hâkimin gözlerinden şıpır şıpır yaşlar damlıyordu. O, kırk senelik memuriyeti esnasında bu verdiği hüküm kadar ağır hiçbir vicdan azabı duymamıştı. Evet, Çingene, mingene... Fakat ne büyük bir namus telakki[2]siydi! Evet, ne büyük bir namus taassubu!.. Ama kanun... İşte o affetmiyordu. Ah, yoksa bizde ``jüri´´ usulü olsaydı, hemen bu dokuz canı birden alan Azrail'den müthiş katili beraat ettirecekti. Gayr-i ihtiyarî komiserin önüne geçti. Acaba bu kadar yüksek bir namus niyetiyle yaşayan bir insanın ölmezden bir dakika evvelki son arzusu ne olabilirdi?.. — Biraz dur! dedi. Şaşırmış Çingene'ye hıçkıra hıçkıra yaklaştı. Dizleri, elleri, dudakları titriyordu. — Allah kusurunu affetsin! diye söze başladı. Ben senin haklı olduğunu biliyorum. Ama ne yapalım? Başımız şeriata, kanuna bağlı! Dünyada son arzun ne? Bana söyle. Ne olsa yapacağım oğlum! Çingene, hâlâ sabunlanan ipe baktı. Sonra gözü yaşlı ihtiyar hâkime döndü: — Ne arzum olacak? Ne olsa sizin gibi namertler yapmazlar, dedi. Hâkim elini kaldırdı: — Vallahi, billahi, ne istersen yapacağım! Canımı istersen vereceğim! Söyle oğlum. — Söylemem, yapmazsın. — Yaparım. — Yapmazsın. Hepiniz yalancısınız. İnsanı aldatırsınız!.. — Aldatmam. Yaparım diyorum, evladım. — Yapmazsın hâkim efendi. İşte bütün buradakiler şahit olsun, yapmazsın!.. Hâkim, kendine bakan memurlara, polislere, jandarmalara bir göz gezdirdi. Vaadini katiyetle tekrarladı: — Bunlar şahit olsun, Allah şahit olsun, yapacağım!.. Ağzında zaptettiği hıçkırıklardan boğulacakmış gibi başını göğe kaldırıyordu. Doğru söylediği sesin azametinden, tavrının heybetinden, heyecanının ulviyetinden belliydi. Çingene biraz ferahlar gibi oldu. Gözleri parladı. Yutkundu. Heyet baştan aşağı kulak kesilmişti. Yaklaşan siyah ölümün soğukluğu hepsini sanki dondurmuş, taş kesmişti. Çingene öksürdü: — Pekâlâ, hâkim efendi, dedi, senden istediğim şu: Hüsmen'in sarı köpeğini buldur, gözlerinin önünde iğdiş yaptır. Herkesin ırzı, namusu kurtulsun. Hâkim, şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, mahkûm susmuyor: "Namus, bre namus!.. Yaptırmazsan ahrette iki elim yakanda kalsın!" diye jandarmaların kolları arasında çırpınıyordu.
Tahmini Okuma Süresi: 2 sa. 43 dk.Sayfa Sayısı: 96Basım Tarihi: Ocak 2001Yayınevi: Gendaş Kültür Sanat Yayıncılık
ISBN: 9789753083058Ülke: TürkiyeDil: TürkçeFormat: Karton kapak
Reklam

Kitap İstatistikleri

Kitabın okur profili

Kadın% 59.8
Erkek% 40.2
0-12 Yaş
13-17 Yaş
18-24 Yaş
25-34 Yaş
35-44 Yaş
45-54 Yaş
55-64 Yaş
65+ Yaş

Yazar Hakkında

Ömer Seyfettin
Ömer SeyfettinYazar · 178 kitap
Ömer Seyfettin (d. 11 Mart 1884 Gönen Balıkesir, – ö. 6 Mart 1920 İstanbul), Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Asker, şair ve güçlü bir edebi yeteneği olan bir öğretmendir. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularındandır. Türkçede sadeleşmenin savunucusudur. Kısa ömrüne pek çok sayıda eser sığdırmıştır. 1884 yılında Gönende (Balıkesir) doğdu. Yüzbaşı Ömer Şevki Beyle, Fatma Hanımın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan birisidir. Öğrenimine Gönende bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Beyin görevinin nakli dolayısıyla Gönenden ayrılan aile İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a geldi. Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmanîye, 1893 ders yılı başında da Askerî Baytar Rüştiyesine kaydedildi. Bu okulu 1896'da tamamlayarak Edirne Askerî İdadîsine devam etti. 1900'de İdadî'yi bitirerek İstanbul'a döndü. Burada Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'ye başladı. 1903 yılında Makedonya'da çıkan karışıklık üzerine "Sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla imtihansız mezun oldu. Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik'te bulunan Üçüncü Ordunun İzmir Redif Tümenine bağlı Kuşadası Redif Taburuna tayin edildi. 1906'da İzmir Jandarma Okuluna öğretmen olarak atandı. Bu, Ömer Seyfettin için önemlidir; zira bu vesileyle İzmir'deki fikrî ve edebî faaliyetleri takip edecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktır. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik'ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçüden ise sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda önemli fikirler aldı. Ömer Seyfettin Ocak 1909'da Selanik Üçüncü Orduda görevlendirildi. Selanik'te çıkmakta olan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi Akil Koyuncunun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemlere çevrildikten sonra 11 Nisan 1911'de Ömer Seyfettin'in Yeni Lisan isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayımlandı. Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar Balkan Savaşının başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin yeniden orduya çağrıldı, Yanya Kuşatmasında esir düştü. Nafliyon'da geçen 1 yıllık esareti sırasında sürekli okumuştu. "Mehdi", "Hürriyet Bayrakları" gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikâyeleri Türk Yurdunda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yaşayarak yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı. Ömer Seyfettin 1913'te esareti bitince İstanbul'a döndü. 23 Ocak 1913'te Enver Paşanın organize ettiği Babıali Baskınına katıldı. Daha sonra askerlikten ayrıldı, yazarlık ve öğretmenlikle hayatını kazanmaya başladı. Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. 1914 yılında Kabataş Sultanisinde öğretmenlik görevine başladı ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü. 1915'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Beyin kızı Calibe Hanımla evlenmiştir. Bu evlilik Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen bozulunca tekrar yalnızlığına döndü. 1917'den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920'ye kadar geçen zaman birçok acı ve sıkıntıya rağmen verimli bir hikâyecilik dönemini içine alır. Bu dönemde 10 kitap dolduran 125 hikâye yazdı. Hikâye ve makaleleri Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gazetelerinde yayımlandı. Bir yandan öğretmenlik yapmayı sürdürdü. Hastalığı 25 Şubat 1920'de artınca yazar, 4 Martta hastahaneye kaldırıldı. 6 Mart 1920'de hayata gözlerini yumdu. Önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığına defnedilir. Daha sonra mezarı buradan yol geçeceği veya araba garajı yapılacağı gerekçesiyle 23 Ağustos 1939'da Zincirlikuyu Mezarlığına nakledildi. En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini içeren Ömer Seyfettin ve Hayatı adlı bir kitap yazdı ve bu kitap 1935 yılında yayımlandı. Kısa bir süre sonra da bütün hikâyeleri bir kitap serisi halinde basılmıştır ve bu hikâyeler günümüzde de okunmaktadır.