Hiçbir şeyden ölemesem, artık nerdeyse bir sönüşün ucuna gelip gelip dirilmekten, dirilip dirilip sönmekten, sonra yine dirilmekten, sonra yine sönmeye başlamaktan ve bu kez de bunu önlemekten; işte bu gidip gidip gelişlerin yorgunluğundan öleceğim.
Katalin Sokağı’na on yıldız vermişim. Koca bir mart ayını on yıldız verebileceğim bir kitaba rastlamadan geçirmişim. Tam nisanı da böyle bitiriyordum ki
Adalet Ağaoğlu imdadıma yetişti. Kadınlar ellerinin değdiği yeri nasıl da güzelleştiriyorlar dedim içimden. Her şey de olduğu gibi edebiyatı da bir çiçek bahçesine çeviriyorlar.
Elena Ferrante…oturdum düşündüm, ne çok kadının ruhuna konuk olmuşum meğer. İyi ki varsın edebiyat dedim.
Fakat kendi topraklarının kadın yazarlarını okumak çok daha başka. Anlattıkları çoğu şey senin de kaderin çünkü, gözyaşları senin gö yaşın, kederleri senin kederin. Sen de mi yaşadın bunu diyorsun, bunu ben yaşadım bunu annem yaşadı, şunu da komşu kızı, ilkokul arkadaşım… sonra şaşırmıyorsun bu kader ortaklığına. Ne de olsa biz aynı toprakların gülleri, laleleri değil miyiz? Aynı havayı soluyup, aynı sulardan beslenmedik mi? İyi ki var kadın romancılarımız, yoksa kim anlatırdı yazmamış olan onca kadını?
Bir iş daha edindim kendime. Türk kadın romancıların eserlerini keşfe çıkmak. Lakin önce birazcık
Thomas Mann sularında yüzüp Alman edebiyatınının atmosferine dalmam lazım.
Niye okuyorsun bir kere sen? Kadın kısmını okumak nereden çıkmış? Anandan mı gördün, ninenden mi? Yarın lise bitince birde üniversiteye gitmeyi düşünüyorsan, Nah gidersin! Babam bıraksa, ben bırakmam