Bana ne düşündüğümü sorduklarında, O'nu diyordum. Ve eklemek istiyordum- O kadar dev, yılmaz yıkılmaz bir O'ydu ki o, bir zamanlar, sanırım, bana ben kadar yakındı.
Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın?
“Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.”
Senin sorunun ne biliyor musun? Senin sorunun küfür etmemen. Küfrü unutmuşsun asıl sen. Her şeyi, cümle kitapları yaladın yuttun, ama ağzından tek bir küfür bile çıkmıyor hâlâ. Küfür çalıştıracağım sana.
Fiziki haritayı daha çok severdim, dünya bir bütün olurdu çünkü o zaman, sınırlar kaybolurdu ve benim için bütün o kesik çizgilerle birbirinden ayrılmış ülkeler varılabilir, görülebilir birer coğrafya haline gelirdi...
Hayatım, artık varlığından bile emin olamadığım bir şehre akacaktı aniden.
Nihayet Ruhumun fermuarını çekebilecektim.
Ve haysiyet denklemime bir çekidüzen verebilecektim..