Ölüm döşeğindekilerin affedilmeleri gerektiğinden emin değilim. Her insan ömrü sona ererken sayacı sıfırlamak; bazılarının zulmünü ve aç gözlülüğünü, bazılarının da merhamet ve fedakârlığını sahte bir sofulukla kâr ve zarar hanelerine kaydedip geçmek fazla basit bir çözüm olurdu. Katiller ve kurbanları, zalimler ve mazlumlar ölüm gelip çattığında eşit ölçüde masum sayılacaklar, öyle mi? Her halükarda benim için öyle değil. Benim bakış açıma göre, suçun cezasız kalması da adaletsizlik kadar ahlak bozucudur. Gerçeği söylemek gerekirse, bunlar aynı madalyonun iki yüzüdür.
Bazı insanlar ancak yazarken düşünür. Adam da onlardandi. Bu onun için hem bir ayrıcalık hem de bir engeldi.
Eli kalem tutmadığı zaman zihni daldan dala atlıyor, fikirleri ehlileştiremiyor veya bir mantık inşa edemiyordu. Düşüncelerinin bir düzene girmesi için yazmaya başlaması şarttı. Onun için düşünmek, elle yapılan bir etkinlikti.
Bir anlamda nöronları parmak uçlarındaydı. Neyse ki parmakları becerikli ve oynaktı.
"Sen benim,
Esaretim ve Hürriyetimsin,
Çıplak bir yaz güneşi altında yanan etimsin,
Sen, memleketimsin...
Elâ gözlerinde yeşil hâreler,
Büyük, mağrur ve Muzaffer,
Ulaşılmadıkça ulaşılmaz olan, Hasretimsin..."
"Size yeni bir emir veriyorum, birbirinizi seveceksiniz." Evet, beni esirgeyen bu oldu. Daha ulvi düşünceler bir yana, hayırseverlik sık sık gayet bilge ve sağduyulu bir ilke vazifesi görür, sahibi için müthiş bir koruyucu olur. İnsanlar kıskançlık yüzünden, öfke yüzünden, nefret yüzünden, bencillik yüzünden, manevi kibir yüzün den cinayet işlemişlerdir; ama hiç kimsenin hayırsever lik yüzünden şeytani bir cinayet işlediğini duymadım.
Bu gece Çinlileri bir korku sarmış, kimse sokağa çıkamıyordu. Çünkü o alanda şehitlerin ruhları dolaşıyordu.
Birden buralar bulutlandı. Sis gibi, duman gibi, fakat onlardan daha başka, daha güzel bir şey çevreyi sardı. Sonra birdenbire bu dümdüz beyazlığın üzerinde, yerden birisinin kalktığı görüldü. Elinde yerden kaldırılmış, gönderi kurt başlı bir tuğ vardı. Yarasından kanlar akan bu hayalet Kür Şad'dı...
Bir eliyle tuğu yükseltirken , öteki eliyle duman alana bir işaret yaparak "Kalkın!" diye haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. "Oraya!" diye gürledi. Gösterdiği yer Tanrı Dağı idi. Tepesinde ataların ruhları dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu bir fırtına gibi, bir musiki gibi, bir ışık gibi Tanrı Dağı'na doğru yürümeye başladılar. Onları orada , başlarında Alp Er Tunga olan atalar kafilesi bekliyordu. Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka şehitler sardı. Tanrı'nın huzurunda başlayan bu en muhteşem geçit resmi büyük, sonsuz boşluğu sararken birdenbire bir türkü; azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kainatı titretti:
Delinse yer; çökse gök, yansa, kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan;
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz!
Bu türkü hala göklerde çınlıyor. Kür Şad ve kırk arkadaşı, aylı kızıl bayrağı bekleyerek hala ufukları gözlüyor...
Altı kişi, damarlarında kalan son güçle son savunmalarını yapıyorlardı. Bu, artık sona ermiş hayatlarını birkaç kısa an daha uzatmak için değil; Çinli öldürerek öç almak, vazife yapmak, ün kazanmak içindi.. Bu kahramanlığı yaparken bin üç yüz yıl sonra bir yazıcının, kendi hatıralarını yaşatmak için bu satırları yazacağını düşünmüyorlar, şanlı maceralarını Türk oğullarının nasıl bir ihtirasla okuyacaklarını bilmiyorlardı.
And vereceklerdi. Kür Şad söyledi:
-Gök girsin, kızıl çıksın!
Hepsi tekrarladı:
-Gök girsin, kızıl çıksın! *
*Eski Türklerin yemin şekli. Sözümden dönersem bu kılıç bana gök olarak girsin, kanıma bulanmış olduğu halde kızıl olarak çıksın demektir.
- Seni aramızda görmekle kıvanır, övünürüz. İçimizde ozan yok. Batı Kağanı'nın katında ozanlar karşılaşması olursa sen de Doğu Türkleri için çıkar mısın?
- Buyruk senindir Tegin! Batı elinde doğdum ama dirliğimin çoğu doğuda geçti. Doğulu da sayılırım. Zaten benim için Türkün doğulusu batılısı olmaz. Türkleri doğulu, batılı diye ayırmak kağanların, teginlerin işidir. Ozanların değil...