...
Öyle ya, Küçük Prens'in gezegeninde, her gezende olduğu gibi, faydalı otlar da, zararlı otlar da vardı. Elbette ki faydalı otun tohumu faydalı, zararlı otun tohumu zararlı olur. Ama tohumlar görülmez, toprağın altında uyurlar mışıl mışıl, ta ki günü birinde birinin aklına eser, uyanır. O zaman da gerinir, güneşe doğru incecik, sevimli ve zararsız bir filiz sürer ürkekçe. Bir turp ya da bir gül filiziyse bu, varsın istediği kadar büyüsün. Ama zararlı bir bitkiyse, onu görür görmez koparmak gerekir. Küçük Prens'in gezegeninde korkunç tohumlar da varmış.. Baobabsa öyle bir bitki ki erken davranmazsan, bir daha baş edemezsin onunla. Gezegenini baştan başa sarar, köyleriyle delik deşik eder. Hele gezegen küçük, baobablar da çok olursa, çatlatır gezegeni.
Küçük Prens daha sonra: "Bu, bir kendini disipline etme işidir. İnsan her sabah elini yüzünü yıkadıktan sonra, gezegenine çekidüzen vermelidir. Baobablar filizlenirken gül fidanlarına çok benzerler. Onun için, birini öbüründen ayırt etmez, hiç vakit kaybetmeden baobabları söküp atmayı iş edinmeli. Oldukça sıkıcı bir iş bu, ama çok kolay."
...
Bekleme salonunda bankların üzerine uzanmış on kadar insan vardı. Hayat onları yoldan yola, istasyondan istasyona atmış ve sanki çile dolduruyorlardı. Galiba alışkındılar bu hayata. Orada kendi evlerindeymiş gibi rahat hareket ediyorlardı. Birkaçı mışıl mışıl uyuyor, ötekiler sigara içip sohbet ediyorlardı. Bir köşede iki kişi madenî bardaklarla çok sıcak bir şey içiyorlardı. Üfleye üfleye içmelerinden belliydi içtikleri suyun çok sıcak olduğu. Bir adam da gitarının tellerine hafif hafif dokunuyor, kısık bir sesle şarkı mırıldanıyordu. Şişesi kırık ve kirli bir gaz lambası tüte tüte yanıyor ve cılız bir ışık veriyordu.
Kendi iç dünyanızda uçuş yüksekliğinin sınırı yok elbet. Ama zamanı geldiğinde yapılacak o yumuşak inişte ustalaşmak için kaç kez yere çakılıyor insan düşünsenize...
Uçuşa başladığımız noktadan ne kadar uzaklaştığımızı nasıl hızla unutuyoruz...
Burnum yere her yapıştığında tekrar havalanmak zorunda olmaktan bıksam da bundan başka bir seçeneğimin olmadığını öğrendim artık. Tecrübe denilen şey böyle böyle ediliyor demek ki ...
Ne kadar yüksek, o kadar soğuk... Ne kadar yüksek, basınç o kadar fazla... Ne kadar yüksek, düşmesi o kadar sert...
Hepinizi rüyalarınızdaki cennetten, dizlerinizdeki yara izinden, dilinizdeki zehirden ve gülüşünüzdeki masumiyetten tanıyorum...
Siz mışıl mışıl uyurken bunları yazan bir uykusuzdum ben !
Ben, geceyi
Ben, sükûtu
Ardından gelen gökyüzü berraklığını,
Düşlere gebe uykuyu,
Vaktin mışıl mışıl geçmesini seviyorum.
Yüreğim uyanık, sadece gözlerim kapalı durmayı,
Susmalarıma ses gelmemesini kaldıramasam da
Acının söz olup kulaklarıma değmeme ihtimalini seviyorum.
Beklenen sözün sükût olarak gelmesi yüreğime iyi gelmese de
Zamanın uzamasını, beklemelerin getireceği iyi söz ihtimalini beklemeyi seviyorum.
Zaman sessizlik olup akması gebe kalmış düşlerin doğum sancısını artırsa da kalp eyaletinin ücra köşelerinde
Gelecek olan cevabın "iyi” tarafını beklemeyi seviyorum.
Susarak beklemeyi ve onların umduklarımı getirecek ürpertisini seviyorum.
Geceye sabreden yüreğime sabahın sunulmasını seviyorum.
Sabrın sükûtunu yüreğime yakıştırmam bu yüzden
Ben geceyi, sükûtu ummayı seviyorum.