Ben keyfimce yürümeyi, canım istediğinde de durmayı severim. Bana seyyar bir yaşam gerek. Güzel bir havada, güzel bir ülkede telaşa gelmeden yol yürümek ve yürüyüşün sonunda da hoş bir manzarayla karşılaşmak, onca yaşam tarzı arasında zevkime en uygun olanı.
Onca felsefenin, insaniyetin, nezaketin ve haşmetli vecizenin ortasında, yanıltıcı ve boş bir dış görünüşten, faziletsiz şereften, irfansız akıldan ve mutluluk barındırmayan hazdan başkası yok elimizde...
Gıdanın tarafımıza ulaşma sürecinde insan sağlığının gözetilmediği, üretici firmaların yalnızca kar amacı güttüğü ve hatta insanları içi boşaltılmış ürünlere nasıl bağımlı hale getiririz amacıyla hareket ettiklerini bu kadar net olarak gözler önüne seren bir eserden bahsediyoruz. Yıllar önce başlamış bir süreçten bahsediliyor, çeşiti reklam kampanyalarıyla, türkülerle, söylemlerle insanların gözlerinin boyandığı, yedikleri gıdalara kolay ulaşmanın albenisiyle, lezzetin ön plana çıkartılarak arka planda sayısız kimyasalın vücutlara sokulduğu, bence adeta kandırıldığı ve aldatıldığı gerçekler çok güzel ve akıcı bir dil ile anlatılıyor. Okumayan ve sorgulamayan bir toplum oluşumuzun burada da etkisi büyük, çünkü çoğu gıda için reklamlar ve paketler üzerindeki kelime oyunlarıyla öyle güzel yanıltılıyoruz ki durum gerçekten içler acısı. En çok etkilendiğim nokta da, yazarın tamamen kendi yaşadığı bir hastalık ve sonrasında yaşadığı tecrübeler üzerinden şeker ve türevlerinin vücudumuzda ne kadar etkili olduğunu araştırarak, kapıların gıda endüstrisinin sağlığımızı nasıl göz göre göre tehdit ettiği gerçeğine aralanmasıydı. Sözün özü kitap mutlaka her bireye okutulmalı, bu işin şakası yok...