Doğal seçilim, eşit olmayan olasılıklar içerir ve bundan dolayı da rastlantısal bir süreç değildir. Rastlantısallık evrim kuramında ancak yansızlık varsayımı söz konusu olduğunda devreye girer. Eğer bir popülasyonun herhangi bir yerinde bulunan aleller uyum açısından eşit (ya da neredeyse eşit) ise o zaman gen oranları , doğal seçilimden dolayı değil rastlantısal genetik sürüklenmeden dolayı değişir. Rastlantının evrim kuramında önemli bir rolü bulunmaktadır, ama doğal seçilim sürecinin bir parçası değildir.
Evrimciler bazen mutasyon sürecini betimlemek için "rastlantı" sözcüğünü kullanırlar ama yukarıda kullandığım anlamdan biraz farklı olarak . Mutasyonlar için bazen onların içinde meydana geldikleri canlıya faydalı olmak için oluşmadıklarını belirtmek için "rastlantı" sözcüğü kullanılır. Bir mutajenin -örneğin radyasyon- bir mutasyona yol açarken başka bir mutajenden daha yüksek bir olasılığa sahip olduğunu açıklayan fiziksel gerekçeler olabilir. "Rastlantısal mutasyon" farklı mutantların olasılıklarının aynı olduğu anlamına gelmez.
Eğer bir süreç rastlantısal ise o zaman farklı durumların olasılığı aynı (ya da neredeyse aynı) demektir. Adil bir piyangoda çekilişler rastlantısal olduğundan her biletin kazanma şansı aynıdır. Fakat eğer farklı durumların olasılıkları arasında çok büyük bir fark var ise o zaman bu süreç rastlantısal bir süreç değildir. Eğer sigara içiyor, yağlı yiyecekler yiyor ve egzersiz yapmıyorsam, o zaman benim uzun bir hayat yaşama olasılığım bu günahlardan uzak duranlarınkinden düşük olacaktır. Burada kimin yaşayacağının ve kimin öleceğinin belirlenmesi işi rastlantısal bir iş değildir.
Işık, bilindiği gibi, insanoğlunun sürgit ilgisini çeken, çoğunluk hayranlık duyduğumuz bir olaydır. Antik çağın pek çok düşünürü (bu ara da özellikle Aristoteles) için ışığın devinim hızı sonsuzdu. Aslında başka türlü düşünmeye de pek olanak yoktu; kişinin gün ışığında gözünü açmasıyla nesneleri görmesi bir olur. Üstelik, 17. yüzyıl sonlarına gelinceye dek, ışığın hızını ölçmeye elveren ne bir araç vardı, ne de bir yön tem biliniyordu. Işığın hızının sonlu olabileceği ni ilk kez 11. yüzyılda İbni Sina ileri sürer. Bu savın deneysel olarak yoklanması gereğini ise ilk kez Galileo belirtir; bununla kalmaz, ellerin de fener iki kişinin biribirinden birkaç mil uzak iki tepeye çıkarak deneyi gerçekleştirebileceğinden söz eder.
XIII. yüzyıl diyalektik derslerine gerçek anlamda felsefe eğitimini eklemiştir; bu eğitim de Aristoteles' e dayanıyordu: İbn Sina ve İbn Rüşd tarafından yorumlanan Aristoteles Fiziği, Metafiziği ve Etiği. Önce çekimser kalan yöneticiler yüzyılın ortasında (1253-1255 Paris statüleri) sanatlar fakültesinin ger çek anlamda felsefe fakültesine dönüşmesini desteklediler.
XV. yüzyılda, özellikle Fransa ve İngiltere'de, yüksek din adamları sınıfının önemli bir yüzdesini diplomalılar oluşturuyordu; diplomalılar ayrıca özel sektörde (tıp) çalışıyorlar, prenslerin, hükümdarların hizmetinde önemli görevlere getiriliyorlar, adalet hizmeti veriyorlardı ve böylelikle belli bir süre içinde soylu sınıfa dahil oluyorlardı; ayrıca, bu dönemde kolej ve kürsü yönetim görevlerinin artması da kimileri için eğitim kariyeri olanağı sağlıyordu. Ortaçağ'ın sonunda, öğre nim görme bazı kraliyet, hukukçu ve hekim aileleleri çevresinde rağbet gören bir uğraş haline gelmiştir.
Analitik din felsefecileri, İlâhî olana yaygın olarak atfedilen sıfatların -ya tek tek ya da diğer sıfatlarla birlikte- anlamını ve yansımalarını inceleyerek İlâhî olan anlayışın kendi içinde tutarlı olup olmadığına dair sorulara odaklanma eğilimindedir. Mesela, çoğunlukla İlâhî olanın her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve iyi olduğu söylenir; bu bağlamda filozoflar, bu sıfatların her birinin İlâhî olana izafesinin ne anlama geldiğini ve her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve iyi olan bir İlâhî tabiata sahip olmanın kötülüğe izin verip vermediğini ele alırlar (kötülük problemi). Ayrıca, özellikle evrenin kaynağı ve devam eden varlığı hakkındaki mevcut bilimsel teorilerin ışığında, bu sıfatlara sahip bir İlâhî varlığa inanmayı haklı gösteren herhangi bir kanıtın olup olmadığını da değerlendirirler. Kıta Avrupası felsefesi geleneği bağlamında çalışan din felsefecileri, İlâhî olanın doğası hakkında muhtelif olası düşünme yollarını göz önünde bulundurma eğilimindedirler. Ayrıca, dinî inancın insan yaşamına dair sorunları -özellikle, ıstırap ile nasıl başa çıkılacağı ve hem ıstırap ile mücadele etmek hem de anlamlı bir hayat yaşamak için bir araç olarak ahlâkî davranışa nasıl odaklanabileceğimiz sorunu- nasıl ele almamız gerektiğine yardımcı olabilecek pratik yollara odaklanma eğilimindedirler.
Depremlerle ilgili olarak bugüne kadar edinilen istatistiksel ve yerbilimsel bilgi birikimini kullandığımızda, uzun dönemde depremlerin dünyanın hangi bölgelerinde ve hangi deprem kuşakları üzerinde olacağını biliyoruz. Örneğin yılda 20'ye yakın 7 ve daha büyük depremin %80'nin Pasifik Okyanusu çevresindeki Ateş Çemberi bölgesinde (Şekil
Deprem Ne Zaman Olacak?
İnsanlar bu sorunun cevabını bildikleri halde bu soruyu soruyorlar ve hâlâ sosyal medyada dolaşan bir söylentiye inanarak filan gün deprem olacak diye endişeleniyorlar. Bugün itibariyle bilim depremlerin olacağı zamanı kestiremiyor. Bu konuda dünyanın birçok yerinde araştırmalar yapılıyor ama henüz dünyaca kabul edilmiş bir sonuç yok.
AB standartlarına göre depremin tahmin edilebileceğini söylemek için depremlerin yerini, büyüklüğünü ve zamanını tam ve doğru olarak bilmek ve bunu sürekli olarak yapabilmek gerekir. Bu yöntemin de bilim dünyasınca kabul edilmiş olması şarttır. - Şimdiye kadar sadece 1975 yılında Çin'deki 'Haicheng depremi' önceden tahmin edilmiş, fakat aynı ülkede daha sonraki depremlerde bu kestirme yönteminin de işe yaramadığı görülmüştür.
Din felsefesi, dini inançları uyumluluk, tutarlılık ve makul oluş (reasonableness) bakımından tahlil etme ve eleştirel surette değerlendirme girişimidir.
Darwin ve doğal seçilime bağlı evrim kuramının diğer bulucusu Alfred Russel Wallace insan zekasının kökeni konusunda anlaşamamışlardır (Gould 1980b) . Wallace, doğal seçilimin hayatta kalma ve üreme için pratik olarak hiç yararı olmayan zihinsel yeterlilikleri açıklayamayacağını ileri sürmüştür. Keskin bir göz, avlanma ve av toplama için avantajlıdır, ama niçin doğal seçilim müziksel yeteneği veya yeni bilimsel fikirleri keşfedecek yeteneği tercıh etsin? Wallace dogal seçılımın daha ustun kapasiteleri değil de pratik yetenekleri açıklayacağını düşünmüştür.
Bazı yaratılışçılar, evrimsel biyolojiyi -aslında genel olarak bilimi- "doğalcılık" adını verdikleri felsefi bir görüşü benimsediklerinden dolayı eleştirmişlerdir (örneğin bkz. johnson 1 997). Bu iddiaya göre bilim insanları, doğanın kendi kendine yeten kapalı bir sistem olduğu -yani doğal görüngülerin açıklanmasında Tanrı gibi doğaüstü varlıklara başvurulmasına gerek olmadığı- ön yargısını taşımaktadırlar. Onlara göre bu, kanıtlarla ya da akıl yürütmelerle desteklenen bir önermeden çok bir felsefi dünya görüşüdür. Buna yanıtım şudur: Bilim, dün yanın nasıl olduğuna ilişkin herhangi bir görüşü değil, bir yöntembilimi benimsemiştir. Bilimsel iddialar test edilebilir olmalıdır; eğer doğaüstü varlıklara ilişkin iddialar da test edilebiliyorsa onları da bilimsel sayarız.
Fakat eğer bunlar test edilemiyorsa o zaman bilim insanları bunları dikkate almamalıdır. Bunun nedeni söz konusu iddiaların yanlış olması değil, onların bilimsel olarak değerlendirilememesidir.