Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

hilal

Her tezin kalkış noktası gerçeği kabullenmek yerine mutasavver bir dünyanın özlemidir.
Reklam
Krallar, paranın ülke dışına çıkmasına yol açmayan, eğlenceli sanatlar ve gereksiz süsler merakının uykurları arasında arasında yayılmasını her zaman memnunlukla karşılamışlardır. Çünkü böylece onları, köleliğe pek elverişli bir ruh düşkünlüğü içinde beslemiş olurlar. Bundan başka, krallar bilirler ki halkın kendi kendine yarattığı ihtiyaçların her biri kendi boyunlarına bağladıkları birer zincirdir. İskender, yalnız balıkla geçinen ulusları egemenliği altına almak için, egemenliği altında yaşatmak için onları balık avından vazgeçmek ve öteki kavimlerin yediği yemeklerle beslenmek zorunda bırakmıştır. Çırılçıplak gezen ve avlanarak yaşayan Amerika vahşileri de hiçbir zaman egemenlik altına girmemişlerdir; gerçekten, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan insanlara nasıl boyunduruk vurulabilir!
İnsanın ruh niteliklerindeki bu alçalma, yeryüzündeki zulmün günden güne şiddetlenmesine de yol açıyor. Çünkü tekniğin güdümünü elinde tutanlar, tekniğin kurbanlarından duydukları korkuyla çarkları bulundukları yeri sağlamlaştıracak yönde çevirmeye devam ederken, insan yığınları da kendilerine tekniğin sağladığı yerden seslerini duyurmaya çabalamaktadırlar.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Cam güzelim, yeryüzünde ilk senin kalbin metruk bir binayı andırır gibi sahipsiz ve kimsesizleşti. Koca bir dalga gibi dünyaya yayılan hüzün, ilk senin göğsüne yerleşti. Sevdiklerinin giderek uzaklaşan adımlarını, sisli gözlerle sen seyrettin. Çok konuşurken dinlenilmedin. Duyulduğun anlarda da hiç içini açamadın Dünyanın tam ortasındasın, aynalarla kaplı etrafın. Ne yöne baksan sen varsın. Bakışlarının değdiği her ayna çatlıyor beş ayrı yerinden. Her aynaya baktığında biraz daha kırık döküksün. Saklama, bırak yaşlar gözlerinden dökülsün. Zamanın akmaya, dünyanın dönmeye başladığı yerdesin. Burada senin payına, dünyanın ilk hüznü ve tüm yokuşları düştü. Cam güzelim, ağzına kadar kendiyle dolu olan merhemini bulamaz. Şimdi unuttuğunu hatırla. Dünyaya adım atan ilk insan sen değilsin. Yeryüzü sana dar geliyor, sığamıyorsun ama balığın karnındaki değilsin. Göğün sanki küçücük, hep karanlık ama o derin kuyunun dibindeki de değilsin. Sızlayan yaraların var ama dünyaya babasını kaybetmiş olarak gözünü açan o küçük değilsin. Zaman senden çok önce akmaya başladı. Dünya senden önce de dünyaydı. Milyarlarca insanın derdi, kederi, gözyaşları, acısı senden önce sindi bu dünyanın dağına taşına. Devrilmemek için duvarlara tutunuyorsun ya, geçmişten kalma milyarlarca insanın parmak izi dokunuyor parmaklarına. Yalnız değiliz. Senin daha başında olduğun yolda, benim ayak izlerim yar. Elindeki gülün dikeninin başka elleri kanatmışlığı var. Kalbine hiç geçmeyecek gibi yerleşen sızının, birçok kalpte iyileşmişliği var. Sesim umuda, bahara, güneşe dönük. Bizi bu ruh kurtarır
Reklam
Sabrın, aşkın, umudun ve duanın o eşsiz gölgelerine ihtiyacımız var şüphesiz.
Busbecq'in mektuplarından aldığımız şu birkaç satır bize çok şaşırtıcı gelebilir: "Orada bir köylü duruyordu. Bir tercüman vasıtasıyla ona nehirde çok balık var mı diye sorduk ve bunların nasıl tutulduğunu anlamak istedik. Köylü cevaben balığın dolu olduğunu fakat tutamadıklarını söyledi. Bizim hayret ettiğimizi görünce izahat verdi. Birisi zahmet edip de elini uzatacak olursa balıklar kaçıyormuş, tutulmalarına meydan bırakmıyorlarmış! Bu cevap bana çok şaşılacak bir şey gibi gelmedi. Çünkü, tanımadığımız bazı kuşlar hakkında malûmat istediğimiz ve köylülere bunu nasıl tutabileceğimizi sorduğumuz zaman bize şu cevabı vermişlerdi: Bu kuşlar tutulmaz, çünkü bir kimse onlara el uzatacak olursa uçarlar." Bu mektubun tarihi 1555. Şimdi bize XVI. yüzyıldaki köylülerin cevabı anlaşılmaz gelebiliyor. Neden? Çünkü biz de bu mektubu yazan Avrupalı gibi düşünmeye başladık. Biz de artık tabiatla aramıza düşmanlığın girmesine şaşırmıyoruz. Ama unutmayalım ki bu köylü, "cihad"ın mânâsını, sahip olduğu bu incelik içerisinde kavrıyordu. Acaba biz bugünkü mekanik kafamızla neyi ne kadar kavrayabiliyoruz.
Sanırım artık ölüm skorlarıyla anılmak normalleştiriyor katilleri.
Her şeyin bize normal geliyor olması hiç normal bir durum değildir. Neden acı yoksulok, kaygı, sınav, yaşam vs. her şey bize normal geliyor?Neden kurduğumuz ilişkiderin bir gün bitebilir oluşu bize normal geliyor? Neden yarına dair umut besleyebilmek için bugunün her şeyini yakabiliyoruz? Bunlar normal şeyler değil.Yanı başımızda savaşlar var ve insanlar ölüyor, yanı başımızda açlık var ve insanlar ölüyor, yanı başımızda sokaklar var ve insanlar yürüyor. Bu yaşamın normali nedir sorusuna da henüz cevap bulabilmiş değiliz. Her şeyin normalleşmesi demek skandalların artık skandal olamaması manasını barındırmaktadır. Yani bir sabah uyanıyoruz ve bir haber alıyoruz. Eğer o haber olmaması gereken bir haberse, olması ile birlikte toplumun tamamını veya bir kısmını olumsuz etkiliyorsa skandal olarak tarihteki yerini almalı. Fakat son birkaç yıldır toplumsal basiretsizliğin dibinde basiret arıyoruz gibi. En kötü olaya, en kötü habere verecek bir mimik tepkimiz dahi kalmamış. Bu durum hayret etmenin yitirilmesi ile yakından ilişkilidir ve geleceği bu günden şekillendirmenin bozuk temelidir.
Reklam
Yani sürüp giden zamanın içerisinde yeni olan ile tanışma seremomisi. Gel gelelim bugün her şeyin enflasyonunu iliklerimize kadar hissederken, hayret etme dürtüsünde yoksunluk yaşıyoruz. Her şey bu kadar çok iken azalan nedir sorusunun cevabı hayret etmek olarak karşımıza çıkarsa şaşırmamalıyız.
Gâvur icadıdır diye tramvaya binmeyen derviş sanmayın ki çok ilkel endişeler taşıyordu. O, bu tavrıyla teknik karşısında geri çekiliyor gibi görünüyorsa da gerekirse çok üstün bir teknolojinin bu milletin beyninden, ellerinden ve yüreğinden fışkırabileceğini, küfre ve küffâra egemen olacağını biliyor, hissediyordu. O, gâvur icadına karşı tavır takınırken yalnızca Batı'ya teslimiyeti reddediyor, ona baskın çıkılmasına işaret etmek istiyordu. Çünkü tramvaya binmiyor binmemesine ama mavzeri bir Alman neferinden daha iyi kullanıyordu.
Peki matbaanın Türkiye'ye getirilişi otomasyon endişesi değil de neydi? İstenilen, matbaa yoluyla bir fayda (kâr) temin etmek değil, yazı yazarak geçinen zümreye zarar vermekti. Çünkü bu kimseler okur-yazar olmaları sebebiyle, anlaşılan, İslâmî kaynaklarla temaslarını koruyorlar ve Frenkleşmeye cephe alıyorlardı. Matbaa bunları aç bırakacak, böylece de direniş gücünü ellerinde tutamayacaklardı.
Yalnızlığım, sırça gövdemdeki küçük bir çatlaktı eskiden, şimdi varlığımı boydan boya kateden bir kırılma!
995 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.