Oysa kendin dahil kimsenin senden ne beklediği değil mühim olan. Bence mühim olan ne kadar hissederek yaşadığın, yeryüzündeki bu sınırlı zamanının ne kadar tadını çıkarabildiğin.
Zamanında, ölen birinin ardından “Uçtu” dediklerine şahit olmuştum. Başka bir yerde de, gidenlerin ardından “Öldü” demek yerine “Yaşadı” dediklerini duymuştum. Olayların etkisi, tamamen bizim onu nasıl tarif ettiğimizle ilgili.
Sonsuz zamanın sınırlı bir kısmında, başka bir boyutta çoktan yaşanmış şeyleri yaşamak için dünyaya gelmişiz. Bir bedenimiz, bir ismimiz var, bize “Bu sensin” denmiş.
Günün belli saatlerini bir ağaçmışım gibi geçirmeye çalışıyorum. Karşıma geçip bir ağaç oluşuma bakıyorum. Kırılıp gölgeme dökülen dallarımı toplayıp tek tek yakıyorum.
Zaman meselesi ne acayip. Aynaya baktığımda beni üzen zaman, ektiğim bir fidana bakıp büyüdüğünü gördüğümde mutlu ediyor. Zamanla her şey geçiyor da, bu geçicilik de insanı dünyaya yabancılaştırıyor.
Gerçekler çoğunlukla acı, her zaman özgürleştiricidir. Ben o kayayı sırtımda taşımak yerine, önüme koydum heykel gibi yontuyorum. Bir şeye benziyor mu bilmiyorum ama eserimle gurur duyuyorum.
Artık nadiren olsa da, içimde hâlâ, dünyayı değiştirebileceğime dair yalancı bir umutla ateşlenen görkemli yangınlar çıkıyor. Rus romanlarındaki karakterler gibi yoluma çıkan her şeye meydan okumak geliyor içimden.
Son zamanlarda her cepheden öyle kötü bombalandım ki, bir ara kurşunlar üstünde sek sek sekip gölgesinden hızlı silah çeken Red Kit gibi takılıyordum görsen. Kurşunlar yorucuydu ama Red Kit olmak çok eğlenceliydi, ben bundan sonra yalnız kovboyum.
Kalp, kırılıp yapışa yapışa Frankenstein gibi bir şey oluyor. İnsan desen değil, canavar desen değil. Ama evlat gibi bir şey yine de, ne yapabilirsin ki? İşte ben de bir ağaç tepesindeki karargâhıma çekildim, kalbime öz evladımmış gibi bakıyorum.