Koşarak çadırın yeri ne vardım, bir de baktım Tuğrul' orada, eski yerinde tümseğe oturmuş çenesini dizlerine koymuş alaycı, utkulu, gözlerinin içi gülerek bana bakıyor. Ortalığı renk renk kuş tüyleri almış, düzlük, uçuşan tüylerle kaplanmış. Bakır dikenlere, dikenlerin dallarına tüyler yapışmış, esen yelde uçuşuyor. Mor, kırmızı, yeşil, ak, mavi tüyler, toprağa, otlara, çalılara, ağaçlara sıvanmışlar. Çadırın önündeki ocak kararmış, üç tuğla küllerin içinde, ocakta yarı yanmış odunlar ... Bir de yarı yarıya kömürleşmiş kütük var. Döndüm Tuğrula öfkeyle baktım, şaşarak ... Bakışım, aşağılamam vız geldi ona. O, gene o pis alaycı gülüşüyle, gözlerini ocağın alt başına dikmiş, her şeye meydan okur bir tavırla bakıyordu, oraya, kurumuş devedikeni kümesinin alt yanına... Baktığı yere doğru birkaç adım attım ve gözlerini diktiği yeri görünce vurulmuşa döndüm, yüreğim cızzzz etti. Kurumuş çimenlerin üstüne, bir tek uzamış gitmiş mavi çadır dikeninin dibine, baştan aşağı küçücük sümüklüböcek sıvanmış gövdesi yüksekliğinde kuş başları yığılmıştı, yüzlerce... Ve kesik, gözleri açık, solmuş başlara sarıca karıncalar çöküşmüştü. Uzaktan, İstanbuldan uğultular geliyor, kızıl kanatlı yırtıcı kuş Menekşenin üstünde, göğsünü esen yele verip kanatlarını germiş süzülüyor, önümde İstanbul şehrinin acımasızlığının, yitmişliğinin, kendi kendini, insanlığını unutmuşluğunun, çok şeyler yitirmişliğinin bir anıtı, yüzlerce kuş başından dikilmiş bir anıtı duruyordu.