Bu okuduğum, üçüncü ama en hüzünlü Jean-Louis Fournier kitabı oldu. Yazarla konuşuyor, dertleşiyor hissi ile okumayı seviyorum.
Kendi hayatının dramalarını mizahi bir dille aktaran Fournier, bu defa son demlerini yaşadığı yalnız hayatını anlatıyor biz okurlarına.
Eşi vefat etmiş, hayatta - yıllardır görüşmediği- bir kızı kalmış yazarın çektiği yalnızlık ve konuşan iç sesi aslında. Kitabın adında da dediği gibi yalnız onun yaşadığı duygular değil. Gittikçe yaşlanan Avrupa nüfusunun üç aşağı beş yukarı aynı hayatı yaşadığını malumumuz.
Maalesef bizim gibi geniş aile kültürünün bile geldiği nokta artık bu durum.
Baş döndürücü bir hızda yeni karakterlerle tanıştığım bu kitaba başlarken bir tablo çizmediğime pişman oldum. Böylece karakterlerin hangisi kimin nesiydi diye düşünmem gerekmeyecekti. Bu bir eleştiri olarak ele alınmasın sakın. Yazarın muazzam muhayyilesi bu. Zaten kitabın sonunda bir dizin var, tabi kitabı bitirdikten sonra gördüm. Kendi kendime spoiler yemeyeyim diye son sayfalara bakmak pek adetim değildir.
Merkez öznemiz bir akıl hastanesi. Hastanede çalışan, hasta olarak yatan, inşaatında görev alan ve onların yakınları ve bütün bu kişilerin hayatlarına bir şekilde teğet geçen tüm karakterlerin hayatlarına bakıyoruz uzak ya da yakından.
Gerçek veya tevatür, soluk soluğa anlatılmış bu tarihçe okunmayı hak ediyor doğrusu.
Lars Kepler okumaya devam diyerek, Joona Linna serisinin ikinci kitabını da bitirdim.
“En korkunç kabuslarınızı biliyor. Sonra da onları gerçekleştiriyor. “ Başlığını okuyunca biraz fantastik yönleri olduğunu düşünmüştüm, yanılmışım.
Üç kişinin geziye çıktığı yatta genç bir kadın deniz suyu ile boğulmuş olarak yatakta bulunur. Garip bir şekilde elbiseleri kuru ve cildinde deniz suyu yoktur. Yatta olduğu bilinen diğer kadın ve adamdan iz bulunamaz.
Bu arada ölümü intihar mı, cinayet mi olduğu şüpheli olan bir adam evinde asılmış olarak bulunur.
Bu iki olayı birbirine bağlayan nedir? Joona Linna’nın inanılmaz içgüdüleri bu olayda da kendisine yardımcı olacak mıdır?
Açıkcası Hipnozcu kadar etkileyici gelmedi bana. Ama her seride böyle inişler çıkışlar oluyor ve Linna serisini çok merak ettiğimden gelsin üçüncü kitabı.
Güney Amerika ülkelerinden Dominik Cumhuriyeti’nde lakabı Teke olan diktatör Rafael Trujillo dönemini anlatıyor bize. Daha doğrusu ona yapılan suikasti adeta her cepheden izliyoruz.
Bir diktatörün ve ona inanların profili beni her zaman hayrete düşürmüştür. Güçten sarhoş olan bir insan, halkının onu çok sevdiği ve ülkesinin başına gelmiş en iyi şey olduğuna kendi kendini inandırırken, bir yandan da bunun yalan olduğunu içten içe biliyor ki halkının sesini çıkarmasına bile müsaade etmiyor. En ufak eleştiri bile terör sayılıyor. Etrafında ona sorgusuz sualsiz itaat eden insanların, onun arkasından iş çevirdiği paranoyalarına inanan diktatör her şeyi idare eden, her şeye karar veren tek güçtür.
Ona inanan insanların böyle sorgulamadan, gerçekleri görmeden nasıl inandıklarına insan hayret ediyor.
Bu arada kitabın konusu size çok tanıdık gelmiş olabilir. Çünkü gerçek hayattan alınmış, yazılanların çoğu gerçek. Kurgu da katmış yazar ama kurgu ile gerçeği ayırt etmeye imkan yok.
Dönem kitaplarını ve tarih sevenlerin severek okuyacağı bir kitap, tavsiye ederim.
Teke ŞenliğiMario Vargas Llosa · Can Yayınları · 20201,020 okunma