Yaşamın anlamı nedir?
Günlük hayatın monotonluğu içinde kaybettiğimiz değerler ve duygular nasıl geri kazanılır?
Tolstoy bu sorulara elbette kesin bir cevap vermiyor ama bir insanın, hayatın varoluşu içinde yaşadığı pişmanlıklar ve mutluluklara öylesine bir titizlik ile değiniyor ki kendimizi İvan İlyiç’in yerine koyup en derin endişeleri ve bilinmezlikleri onunla birlikte yaşıyoruz.
Bir insanın kendi ölümünü unutması ve günlük hayatın kör edici etkisine dalması, romanın ana konusunu oluşturuyor. Mevkisi yüksek, hayatı yükselme çabası içinde geçmiş bir adamın, öleceğini öğrenmesiyle başlayan süreç, bizi onun ölümüne ve o anlarda yaşadığı acılara kadar götürüyor. İvan İlyiç acizlik hissetmeye başlıyor. Kendisinden tiksiniyor, ölüm yatağında hayatı sorgulamaya başlıyor. Tanrı’ya yakarıyor. Cevap istiyor, ancak bilinmezliklere boğuluyor. Hayata dair anlamları bilememek ona hastalığından daha çok acı veriyor. Karanlık bir kuyuya düşmüş gibi hissediyor ve oradan çıkma çabasına giriyor. Edindiği bütün maddi ve manevi değerlerin bir hiç olduğunu, kendisine en yakın kişi olan; karısının ona aslında hiç de yakın olmadığını anlıyor. Romandaki Gerasim karakteri, Ivan İlyiç’in hizmetini yapıyor ve ona bu dünyanın çıkar ilişkilerinden oluştuğunu, saf sevgi ve bağlara erişmenin çok zor olduğunu, herhangi bir çıkara dayanmayan ilgisiyle gösteriyor.
Tolstoy ayrıca; yüksek yargıç olan İvan İlyiç’in, adalet kavramını ölümünden sonra sorgulamaya başlamasını, hukukçu olmasına rağmen bu zamana kadar gözünün dünyadaki adaletsizliklere karşı kör oluşunu eleştiriyor ve bizlere de bu başyapıtı deneyimlemek düşüyor.