Şimdi herşey akşama teslim oluyordu. Yalnız, insanlar akşama sırtlarını çeviriyorlardı. Onlar gündüzün ve güneşin, sıcağın ve soğuğun, karın ve ayazın, yağmurun ve rüzgarın çocuklarıydılar. Toprağı görmek istiyor, binlerce yıldan beri bu toprağı görerek, toprağa basarak, elleriyle toprağı tutarak yaşıyorlardı.
Toprak onları kırıp eziyor, onlara binbir türlü meşakketler çektiriyor, onları öldürüyor, ama onlar gene herşeyden çok, kendilerinden çok toprağı seviyorlardı. Onları bu topraktan ayıracak hiçbir kuvvet yoktu. Bin yıllardan beri yaşayageldikleri bu toprakta yaşayacaktılar; yıpranmış, yorgun vücutlarını bu toprakların altına gömecek, ancak o zaman canlarını göğe, göğün sükût ve rahatına teslim edecektiler...
Miralay Demir Ali kendi kendine şu suali sordu:
-Türklerin yetimleri ve felaketzedelerini toplamak ve kurtarmak için ihtiyar doktor bu kadar tehalük gösteriyor, onlar için bu kadar üzülüyor, ağlıyor. Halbuki ben... Onların kanını akıtmaya gidiyorum. Bu neden böyle oluyor? Bende doktor gibi Türk değil miyim? Her ikimizde Türk kanından, her ikimizde İslam dininden değil miyiz? İkimizde Rus mektebinden çıktık. Farkımız yalnız şu: O doktor, ben ise Rus zabiti... Bir Türk Ruslara zabitlik edebilir, fakat Türk'e karşı Türk kuvvetini nasıl sevkedebilir? Milli şuurdan ve milli vicdandan mahrum bir Türk cehaleti yüzünden ihtimal ırkdaşlarına karşı silah kullanabilir. Fakat aklı başında, muhakemesi yerinde, vicdanı sağlam, Türk şuuru taşıyan ve Türklüğünü müdrik bir Türk bunu yaparsa o nasıl tavsif olunmalıdır?