Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Faruk.

Uygarlığın sonuçları çok şaşırtıcıydı: yaşamımız eskisine oranla çok daha güvenli ama çok daha az özgürdü ve artık daha çok çalışıyorduk.
Reklam
Gezegenin başkanı, huyu olduğu üzere, akıl yürüttü. Şöyle akıl yürüttü: Orman yangınlarına bir son vermek için ormanları kesmek lazım; Baş ağrısına son vermek için hastanın başını vurmalı; Iraklıları özgürleştirmek için, onları toza dönünceye kadar bombalayalım. Böylece Afganistan'dan sonra sıra Irak'a geldi. Bir kez daha Irak. Petrol kelimesinden hiç bahsedilmedi.
13 Şubat 1991'de sabaha karşı, iki akıllı bomba Bağdat'ın bir mahallesinde yeraltındaki bir askeri üssü havaya uçurdu. Ama askeri üs askeri bir üs değildi. Uyuyan insanlarla dolu bir sığınaktı. Birkaç saniye içinde büyük bir ateşe dönüştü. Dört yüz sekiz sivil kömür oldu. Bunlardan elli iki tanesi çocuk, on iki tanesi bebekti. Halid Muhammed'in bütün bedeni yanık yarasıydı. Öldüğünü sandı, ama ölmemişti. El yordamıyla yol açarak çıkmayı başardı. Görmüyordu. Ateş göz kapaklarını yapıştırmıştı. Dünya da görmüyordu. Televizyon bu savaşın pazara sürdüğü yeni ölüm makinesi modellerini sergilemekle meşguldü.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
1991'de Panama'nın işgalinden dönen Birleşik Devletler, Irak'ı işgal etti, çünkü Irak Kuveyt'i işgal etmişti. Timothy McVeigh öldürmek için tasarlanmış ve bu savaş için programlanmıştı. Kışlaya varınca onu kurdular. Ders kitapları bağırmasını emrediyordu: -Kan bitkileri büyütür! Irak haritası bu ekolojik amaca istinaden kanla sulandı. Uçaklar beş Hiroşimalik bomba fırlattı, sonra tanklar yaralıları canlı canlı gömdü. Çavuş McVeigh o kumlarda üniformalı, üniformasız bir sürü düşmanını ezdi. -Bunlar sivil kayıplardır, demesini söylediler. Ve onu bronz yıldızla taltif ettiler. Dönüşünde de fişi prizden çekilmedi. Oklahama'da 168 tanesinin işini bitirdi. Kurbanları arasında kadınlar ve çocuklar da vardı: -Bunlar sivil kayıplardır, dedi. Ama göğsüne başka bir madalya kondurmadılar. Koluna bir iğne yaptılar. Etkisiz hale getirildi.
Ne ismi, ne hanedanı, ne de zamanı bilinen bir Çin imparatoru, bir gece başvezirini çağırdı ve ona uykularını kaçıran endişesini itiraf etti: -Kimse benden korkmuyor, dedi. Tebaası ondan korkmadığı için ona saygı da duymuyorlardı. Ona saygı duymadıkları için de itaat etmiyorlardı. -Cezalandırmak gerekir, diye bildirdi danışman. İmparator, vergi vermeyeni kırbaçlayacağını, önünde eğilmeyene ağır ateşte işkence edeceğini, eylemlerini eleştirmeye kalkanı idam edeceğini söyledi. -Bunlar zaten suç, dedi danışman ve açıkladı: -Korkusuz iktidar, havasız akciğer gibi söner. Eğer yalnızca suçluları cezalandırırsanız, yalnızca suçlular korkar. Imparator bir süre sessizce düşündü ve: -Anladım, dedi. Sonra cellada vezirin başını vurmasını emretti ve bütün Pekinlilerin Kutsal İktidar Meydanı'ndaki infazda hazır bulunması için ferman çıkardı. Vezir uzun bir listenin başında yer aldı.
Reklam
1916 yılıydı, Arjantin'de seçim yılıydı. Campana Köyü'nde, her bir şeyin satıldığı mağazanın arkasındakı bölmede oy kullanılıyordu. Jose Gelman marangoz ustasıydı, ilk gelen o oldu. Hayatında ilk defa oy kullanacaktı, bu vatandaşlık görevi göğsünü kabartıyordu. O sabah, uzak Ukrayna'da askeri despotizmden başka bir şey görmemiş olan bu adam, dünyanın öte ucundan gelen bu göçmen, demokrasiye katılacaktı. Jose, Radikal Parti'ye verdiği oyunu sandığa atarken boğuk bir ses elini durdurdu: -Yanlış pusula, diye uyardı. Pencerenin parmaklıkları arasından, bir çiftenin namlusu göründü. Namlu, Muhafazakar Parti listesinin bulunduğu doğru pusulayı gösterdi.
1921'de Patagonyalı tarım işçileri grev yaptı. Bunun üzerine çiftlik sahipleri, orduyu arayan Arjantin başkanını arayan Britanya büyükelçisini aradılar. Ordu mavzer atışlarıyla grevi bitirdi, grevcileri de tabii. Tarım işçileri çiftliklerde açılan ortak çukurlara atıldı. Ertesi yıl için koyun kırkmayı bilen tek bir kişi bile kalmamıştı. Yüzbaşı Pedro Vinas Ibarra operasyonları çiftliklerin birinden yönetti. Yarım yüzyıl sonra yüzbaşı artık emekli bir albayken, Osvaldo Bayer onunla bir görüşme yaptı. Resmi tarihi dinledi: -Ah evet, dedi komutan, Anita çiftliği, o çatışma. Bayer o çatışmadan geriye neden altı yüz ölü tarım işçisi kaldığını, ama bir tane bile ölü asker kalmadığını, yaralı, ya da canı azıcık yanan tek bir asker bile kalmadığını bilmek istiyordu. Düzenin silahlı kuvveti kibarca açıkladı: -Rüzgar. Biz rüzgarın tarafındaydık. Bu yüzden bizim kurşunlarımız yön değiştirmiyordu. Onların kurşunlarıysa rüzgara karşı kayboluyordu.
Elektrikli sandalye ilk olarak 30 Temmuz 1988'de denendi. O gün, evrensel ilerlemenin öncüsü New York şehri, barbarca olan darağacı ve kapüşonlu cellat geleneğini geride bıraktı. Sayısız davetli olaydaki yerlerini aldı. Mahkum, ağzı gemlenmiş ve kalın kayışlarla bağlanmış halde, üç yüz voltluk bir akım aldı. Sarsıldı, inledi, ama ölmedi. Dinamo ona dört yüz voltluk bir akım gönderdi. Çok daha sert spazmlar oldu. Yaşamaya devam ediyordu. Yedi yüz voltluk akım uyguladıklarında köpük ve kan içinde kalan ağızlık parçalandı, uzak, kırık bir uluma duyuldu. Dördüncü bombardıman işini bitirdi. İnfaz edilen Dash adında bir köpekti. Sokakta iki kişiyi ısırmaktan mahkum edilmişti. Kanıt yoktu.
1984'de bir insan hakları örgütü tarafından görevlendirilen Luis Nino, Lima'daki Lurigancho Cezaevi'nin koridorlarını dolaştı. Luis o istiflenmiş yalnızlıkta harap oldu. Çıplak ve perişan mahkumların arasında zorlukla yol aldı. Sonra, cezaevinin yöneticisiyle konuşmak istedi. Yönetici yoktu. Onu sağlık hizmetleri şefi kabul etti. Luis ölümle cebelleşen bazı mahkumlar gördüğünü söyledi, kan kusuyorlardı, ayrıca, yüksek ateşten buharlaşan, açık yaraların yiyip bitirdiği pek çok mahkûm gördüğünü, buna karşılık tek bir doktor bile görmediğini söyledi. Sağlık şefi açıkladı: -Biz doktorlar yalnızca hastabakıcılar bizi çağırınca müdahale ediyoruz. -Peki hastabakıcılar nerede? -Hastabakıcılar için ödeneğimiz yok.
Yüzyıl önce mi, daha az önce mi oldu, yoksa hiç mi olmadı, bilinmiyor. Bir oduncu işe gitme vakti geldiğinde baltasının olmadığını fark eder. Komşusunu gözler ve komşusunda tam bir balta hırsızı tipi olduğunu fark eder: bakışları, mimikler, konuşma biçimi... Birkaç gün sonra oduncu, baltasını ormanda düşürdügü yerde bulur. Komşusunu yeniden gözlediğinde, hiç de bir balta hırsızına benzemediğini fark eder: ne bakışlarıyla, ne mimikleriyle, ne de konuşma biçimiyle.
Reklam
1889'da Paris uluslararası büyük bir sergiyle Fransız Devrimi'nin yüzüncü yılını kutladı. Arjantin bu organizasyona ülkenin tarımsal çeşitliğini gösteren bir sergi gönderdi. Bunların arasında, Ateş Toprakları'ndan bir yerli aile de vardı. Bunlar on bir Ona yerlisiydi. Yok olma tehlikesi altında olan bir türün nadir örnekleriydi: O yıllarda son Onalar da Winchester atışlarıyla yok ediliyorlardı. Gönderilen on bir Ona'dan ikisi yolda öldü. Hayatta kalanlar demir kafeslerde sergilendi. Güney Amerika Yamyamları, yazıyordu bir tabelada. İlk günler onlara yiyecek hiçbir şey vermediler. Yerliler açlıktan uluyordu. O zaman onlara bazı çiğ et parçaları atmaya başladılar. Etler dana etiydi. Kimse bu tüyler ürpertici gösteriyi kaçırmak istemiyordu. Giriş parasını ödeyip gelen seyirciler, vahşi yamyamların et yemek için pençeleriyle dövüştüğü kafesin çevresini tıkış tıkış dolduruyordu. İnsan Hakları Bildirisi'nin ilk yüz yılı böyle kutlandı.
1999 yılının sonlarında, Uruguay devlet başkanı Kuzey Pınar bölgesinde bir okulun açılışını yaptı. Yoksul ve emekçi insanların yaşadığı bir mahalle söz konusu olduğu için, otoritenin bir numaralı adamının varlığıyla bu sivil eylemi yüceltmesi gerekiyordu. Başkan televizyon kameralarının eşliğinde gökyüzünden, bir helikopterle geldi. Konuşmasında ülkenin çocuklarına övgüler düzdü, onlar bizim en değerli sermayemizdi; eğitimin önemini göklere çıkardı, eğitim bu rekabetçi dünyada en karlı yatırımdı. Ardından ulusal marş çalındı ve gökyüzüne renkli balonlar salındı. O zaman, törenin doruk noktasında, başkan her öğrenciye bir oyuncak hediye etti. Televizyon her şeyi canlı yayınladı. Kameralar işlerini bitirince, başkan gökyüzüne geri döndü. Ve okulun yetkilileri dağıtılan oyuncakları toplamaya koyuldu. Onları çocukların elinden almak kolay olmadı.
Avrupa, Kara Afrika'yı uygarlaştırma nezaketini göstermişti. Haritasını parçalamış, parçalarını yutmuştu; altınını, fildişini ve elmaslarını çalmıştı; en güçlü oğullarını köle pazarlarında satmıştı. Avrupa, siyahların eğitimini tamamlamak için ceza ve ibret olsun diye, pek çok askeri işgal ikram etmişti onlara. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Britanyalı askerler, Benin Krallığı'nda bu pedagojik operasyonlardan birini gerçekleştirdi. Kanlı kıyımdan sonra, yangından hemen önce ganimeti götürdüler. Afrika sanatının en büyük koleksiyonuydu: Onlara hayat veren, onları esirgeyen tapınaklardan sökülmüş bir sürü heykel ve maske. Bu eserlerin bin yıllık geçmişi vardı, karmaşık güzellikleri Londra'da azıcık merak ve sıfır hayranlık uyandırdı. Afrika hayvanat bahçesinin meyveleri, yalnızca bazı eksantrik koleksiyoncuları ve ilkel geleneklere yönelmiş müzeleri ilgilendiriyordu. Ama Kraliçe Viktorya, ganimetleri açık artırmaya çıkarınca elde edilen gelir, askeri operasyonun bütün masraflarını karşılamaya yetti. Böylece Benin Sanatı, bu sanatın doğup gerçekleştiği krallığın yağmalanmasını finanse etti.
Bin yıl önce, İran sultanı kararını bildirdi: -Ne kadar lezzetli. Daha önce hiç patlıcan tatmamıştı ve patlıcanı yuvarlak dilimler halinde, zencefil ve Nil nehrinden otlarla çeşnilenmiş olarak yiyordu. O zaman, sarayın şairi patlıcanı göklere çıkardı, ağızda zevk verir, yatakta mucizeler yaratırdı, çünkü aşk zaferleri için kaplan dişi tozundan ve rendelenmiş gergedan boynuzundan bile daha etkiliydi. Birkaç lokma sonra sultan: -Ne iğrenç, dedi. O zaman, saray şairi aşağılık patlıcana lanetler yağdırdı, insanın midesine cezaydı, kafayı kötü düşüncelerle doldurur, erdemli insanları esrikliğin ve deliliğin uçurumlarına sürüklerdi. -Az önce patlıcanı cennete götüren de sendin, şimdi cehenneme gönderen de, diye yorum yaptı kurnazın biri. O zaman, bir kitle iletişim araçları peygamberi olan şair, her şeyi yerli yerine koydu: -Ben sultan erkânındanım, patlıcan erkânından değil.
Brezilya'da köylüler sordu. İnsansız bu kadar toprak varken, neden topraksız bu kadar insan var? Onlara kurşunlarla cevap verildi. Ama korku onlara miras kalan tek şeydi ve onu da kaybettiler. Sormaya, toprakları işgal etmeye ve çalışmak istemek suçunu işlemeye devam ettiler. Milyonlarcaydılar ve sormaya devam ettiler. Sordular: Neden kimyasal işkencenin toprağı telef etmesine izin veriliyor? Bir de: Eger tohumlar tohum olmayı bırakırsa bize ne olacak? 2001 yılı başlarında, topraksız köylüler, Rio Grande do Sul'da Monsanto şirketine ait, genetik olarak oynanmış tohumların üretildiği bir araştırma çiftliğini işgal ettiler. Tek bir suni soya bitkisi bile bırakmadılar. Plantasyonun adı Bana Dokunma idi.
2.081 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.