Duvarlar; unutuluşa bekçilik yapan duvarlar. Kulakları sağır, dilleri lal eden duvarlar. Her zaman her an şöyle haykıran duvarlar; “ tutsaksın, çaresizsin, kaybolacaksın, korkacaksın, boyun eğeceksin, sen sen olmayacaksın…
Birkaç yaşlı kadın , bu manzara karşısında kendini yere atıp toprağı dövmeye başlıyor. Yerden avuç avuç toprak alıp başlarına döküyor, “ha ho ha ho…” diye ağlayarak dövüyorlar, perde perde göğe yükselen sesleri kayalıklarda yankılanıyor. Sadece ‘ha ho’ sesleri duyuluyor. Haykırışları bir yükseliyor, bir iniyor. Yüzyılların sesi gibi, bir çığlık gibi, imdat isteyen bir çığlık, kederleri, öfkeleri şimdi bu çığlık sadece. Hüznün çığlığı, umutsuzluğun. Hawar… Hawar ölümün türküsü… ateşin ardında ağıt, yitmişliğin ağıdı, kaybolmanın, korkunun ağıda dönüşmesi… dağlar ülkesinin tekmil ağıdı…
Roman en iyi ihtimalle bir yazarın ütopyasıdır, gerçeğin bir iz düşümü olmaya çalışan, yazarın düşlerinin toplamıdır.
Edebiyatın kaynağı, aydınlıkla karanlığın savaşı…
Sürekli ölen biz değil miyiz? Daha önce sayısız kez öldürülmedik mi, yarın yine öldürülecek olan biz olmayacak mıyız?
Her gün ölmüyor muyuz? Hayatımız ölümden bile beter değil mi? Anadilimiz, kültürümüz ölüm tehdidi altında değil mi?
ölen bizim kültürümüz değil mi? ikimiz onların diliyle konuşmuyor muyuz? Niçin, söyle niçin? Bizi köklerimizden, tarihimizden uzaklaştımadılar mı? Baskı, zulüm boyunduruğu sürekli bizim omuzlarımızda değil mi? Toprağımızın en güzel yerlerine, kendinlerine hanlar hamamlar, saraylar konaklar inşa etmiyorlar mı? Biz kendi toprağımızda birer yabancı gibi onların oralarda yaptıkları görkemli binalara, yapılara bakmıyor muyuz?
Önümüzü görebiliyor muyuz, önümüzde bir aydınlık var mı? Durmadan adaletten , haktan, hukuktan söz eden, kendini dünyanın serdarı sanan bu kibirli general ve düzeni bize gerçekten adil, eşit bir hayat mı sunuyor? Hayır, hayır, hayır…