Hz. Mûsâ’nın şerîatında güç ve yasa
önde olunca spiritüellik problemi oluşmuştur. O yüzden
Yahûdî geleneğinde iktidar olma endişesi, yeryüzüne hâkim
olma duygusu, gizli ve açık sembollerle kudret ve zenginliğin
kaynağı olduğunu gösterme isteği çok önemlidir. Bu anlamda
Yahûdî geleneğinde taş, toprak, para, maden, arkeolojik
kazılar vs. çok önemlidir; zira bunlar gücün kaynağının
işâretlenip gelecek nesillere taşınması için bir araçtırlar;
çünkü zaman zaman zâhirî güçten uzak yaşansa bile yeniden
gücün elde edileceğine dâir inancı beslerler/ yeni nesillere
öğretirler.
.. ezoterik geleneklerde “terazi” ve “kılıç”
simgesi çok önemlidir, zâhirî olanla bâtınî olanın
birlikteliğinin sembolizmidir bu. Denge ve orta yol. İbn Arabî
insân-ı kâmilin iki tarafa da bakan bir yüzü olduğunu söyler
(zü’l-vecheyn). Hem önünü hem de arkasını görmek gibi bir
şey. İslâm tasavvufunda Hz. Ali’nin zülfikarı, çataldır; iki
dillidir. Teber dediğimiz çift taraflı balta da çok önemlidir.
Tarîkatlarda teber vardır. Bugün Batı ezoterik geleneğinde
kullanılan sembollerden birisi olan çift taraflı balta buradan
gelir. Tek taraflı baltanın bir anlamı vardır, çift taraflı baltanın
bir anlamı vardır. Bunlar hep İslâm tasavvufundan alınmadır.
Fakat René Guénon’a şeyhi İllîş el-Kebîr’in söylediği gibi
“Bizde bunların hakîkatleri var onlarda ise sâdece cismanî
sembolleri...”
Uzun
yıllar kutsal yapısı içerisinde Doğu’da yapılan meditasyon,
yoga vs. yöntemleri Hindistan’dan alınıp Batı’ya
getirildiğinde, kapitalist niyetlere alet edilmiş; (...)Bu yaklaşım
bir insanın aydınlanmasından ziyade daha fazla mal ve meta
çıkarma amacına yönelik olarak büyük şirketler tarafından
kullanılır hâle gelmiştir. Dolayısıyla Batı’nın kendi kapitalist
bünyesine adapte ettiği bu yeni “rahatlatıcılar”a artık guru
veya şeyh denilmemekte,
“spiritüel koç” denilmektedir,
“mâneviyat koçu”…
68 kuşağının, çiçek çocuklarıyla, hippilik felsefesiyle tanışıp
bir tür düzensiz mistisizmin ardından Doğu’ya, Hindistan’a
kaçışa yönelmesi mânevî bir açlığın hikâyesidir.
Modernitede içsel olan, bâtında kalan anlam kaybolmuş,
dışa feda edilmiştir. İnsanın kâinattaki yeri ve ontolojik
mânâsı ihmal edilip görüntü öne çıkarılmış; böylece “body”
mefhumu her şey demek olmuştur. Vücut çalışmaları, makyaj
sanayii, sinema sanayii, gösteri, reklâm vs. her şeyin meta olma süreci ister istemez modern insanın yalnızlığını da
beraberinde getirmiştir. Modern insan yalnızdır, görüntüler
ormanı içerisinde yalnız kalmıştır.
“Ey insan,
bir zamanlar ilâhî idin ama nefsinin tesiriyle bu vasfını
kaybettin.”*
Yâni,
“alien” oldun, özünden uzaklaşıp bir yabancı oldun,
benliğini çöle çevirdin ve kendi çölünde yalnız kaldın..
*platon
Bir
hadîste “İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştirler.” denilmektedir.
Biri aynı hakîkatin harfe bürünmüşüdür,
“kitap” hâlindedir,
diğeri de “insan” hâlindedir. Ezoterik gelenekte esas olan, her
zaman insandır, fakat diğerlerinde esas olan insan değildir; bu
yüzden “Bu kitap bize yeter!” derler. Hayır, rehber bir insan
olmazsa, o kitabı sana yorumlayan insan olmazsa kitap tek
başına anlam ifâde etmez. Eğer kitap tek başına yetseydi,
peygamber diye bir şey olmazdı, Allah herkese bir kitap
gönderebilirdi. Dolayısıyla “insan” veyâhut “insân-ı kâmil”
,
rûhî olgunluk yolu diyebileceğimiz ezoterizmde çok
önemlidir. İnsanı tanımakla başlanır ve oradan Tanrı’yı
tanımaya gidilir. Ancak dikkat edilmeli; buradaki hümanizm,
Batı hümanizmi gibi değildir, insandaki derin kutsallığı
soyutlayan ve kenara atan değil, insana kutsal köklerini veren
bir insanseverliktir bu.
Orta Çağ araştırmacıları arasında.
Hospitelyen tarîkatının, -ki bugünkü Batı’da hastanecilik
geleneğinin kökleri buraya dayanır- Doğu’daki sûfî ribat ve
şifâhânelerinden etkilenerek oluştuğu iddia edilmiştir. Bu
hastaneler aynı zamanda spiritüel merkezlerdi. Hastanelerin
başhekimleri aynı zamanda şifâcılık yeteneği olan, tâbir
câizse reiki
Yeryüzünde görülen, oluşa gelen her şey, her eylem
ve her nesne aslında bir hakîkatin, bir gerçekliğin
dışavurumudur. Hakîkat sâbittir, değişmez ve evrenseldir;
bu yüzden içtedir. Eşyânın hakîkati sâbittir. Hakîkatler içten
dışa doğru tezâhür ederler ki aslında nesnelerin oluşu böyle
gerçekleşir. Oluş görüntüdedir. Bir dışavurum söz
konusudur. Dışta görülen her şey görüntüdür. O zaman
“var” değillerdir. Görünen şeylerin asıl kaynakları içte
yatmaktadır ki asıllar onlardır, var olan onlardır.
Dolayısıyla “İçi bilirsek; içteki ana prensipleri bilirsek dışta
tezâhür eden oluşların da sırlarını çözeriz”
....aslında doğmuş olmak, büyüyor olmak
nihâyetinde ise ölüyor olmak yâni hayat sürüyor ve hayatı
sonlandırıyor olmak, tüm canlıların kaçınılmaz olarak bir
yolculuğun içinde yer aldıklarının bir göstergesidir; kısacası,
ona göre, herkes bir bakıma biyolojik anlamda da seyr ü sülûk
etmektedir.
Geleneğimizde mânevî yolculuğun/seyr ü sülûkun yapıldığı
mekânlar olarak tarîkatları görüyoruz. Cumhuriyet
Türkiyesi’nde yasaklı olan bu mekânlar dolayısıyla birtakım
sorunlarla karşılaşılmaktadır: İlki, bireylerin mâneviyat
eksikliklerini gidermede alternatif olarak Uzak Doğu kökenli
oluşumlara yönelmeleri, sahte-inisiyatik grupların çoğalması
ve bunların serbestçe faaliyette bulunmaları; diğer taraftan
İslamî tarîkat yapılarının önce cemâate sonrasında ise iktisâdî
yapılanmalara evrilmesi. Bütün bu fizikî problemlere rağmen
Mahmud Erol Kılıç’a göre tarîkatların hâlen mâneviyat yanı güçlüdür. Geleneğin ihmal edilmemesi gereken boyutu da bu
mâneviyat yönüdür.