Hiçbir idare, bendelerini, göz­delerini taltifte bu mertebeye varamamıştır. İşte bu sebepledir ki mensupları onun uğuruna kul, kurban olurlar. Hattâ bugün Cemiyet çürüyüp dağıldıktan sonra, onun kurmuş olduğu menfaat ağının kör düğümleri içinde kal­mış olanlar ne tarafa dönmek isteseler bütün bütün rabı­talarını kırmak mümkün olmaz. O büyük velinimetlerine söz söyletmezler; çünkü damarlarında dolaşan kanlan kuvvetini, hayatını oradan almıştır; herbiri bir suretle onun ebedî minnettarı ve şükürgüzarıdır; o sayede ne tu­lumbacılar efendi, bey, paşa, nazır, mebus oldular; ne hiç­ler adam sırasına geçtiler; ne kanlı katiller cezadan mua­fiyet imtiyaziyle serefraz oldular; masumları ezmek, üşe- rayi yükseltmek, kabahatsizlere ceza etmek, kabahatlileri mükâfatlandırmak cemiyetin baş düsturuydu. (Hasan Sabbah)ın haşişi gibi onun mâneviyetinde mahiyetleri de­ğiştiren bir ekşir vardı. Bedhâh bir manyatizmacı gibi "czleri, vicdanları, basiretleri bağlardı. En insaniyetperver, namuskâr, afif adamları ahlâk uçurumlarına sürük­lerdi, ve nasıl ki sürükledi. İttihatçıların hepsi insaniyet­ ten nasibsiz, vicdansız kimseler değildir; buna şüphe yok. Fakat nasıl oldu da fazlu irfan erbabı itirazsız ve muhakemesiz dört beş katilin peşlerine takılarak izlerinden git­mek gibi günahların en büyüğünü işlediler? Bu kanlı yo­lun varacağı neticeyi göremediler?...
Duvar duvara bitişik bu iki komşudan başka hemen bütün mahalle, kıtlığın insafsız, devasız, çaresiz elemiyle yanıyor, kavruluyordu. Bu iki müreffeh, kibar aile reis­ lerinin isimlerini süsliyen (Hacılık), (Hafızlık) ünvanları bir müddet birer (paratoner) gibi kendilerini dediden kodudan, düşmandan, kem nazardan korudu. Biri peygam­berimizin mezarına yüz sürmüş mübarek bir hacı, diğeri Allahın kitabını nakşetmiş muhterem bir hâfız-ı kelâm. Bunlardan hak ve insaniyete mugayir ne zille sadır ola­bilir?. Evet, efendüer, bir. müddet takdisi vacip bu iki unvanın temin ettiği hürmetle yaşadılar; lâkin gitgide mahallede açlık arttı. Herkes zar zor kendi yağiyle kavrula­ bilirken şimdi kimsenin ne yağı kaldı, ne suyu., ne sebili... Çazırtı başladı; tenceresini, sahanını, halısını, mangalını satanlar sattı; şimdi nöbet iç çamaşırlarına, dona gömle­ğe kadar geldi. Zaruretle bunalan bazı aileler, hasta ev­lâtlarını, analarını, babalarını, kardeşlerini açlığın, ölümün aman vermez pençelerinden kurtarmak için her gün en lüzumlu eşyadan birini götürüp haraç mezat satıyorlar ve ancak o günün gıdasını pek eksik olarak tedarik edebili­ yorlardı. Okkası elliye-çıkan sütün yevmiye yüz dirhemciği temin olunamamak yüzünden ne yavrular, ne hasta­lar ölüyordu...
Reklam
Mahalle böyle bir maişet cehenneminde yanarken Ha­fız İshak Efendinin evine bilmem neredeki mandırasından güğüm güğüm halis sütler, teneke teneke kaymaklar, kâ­se kâse yoğurtlar geliyordu; piyasadan çekilen şekerler, unlar, yağlar sanki saklambaç oynar gibi bu iki haneye gelip gizleniyorlardı; her taraftan yok olan şeyler âdi za­manlara nisbet kabul etmez bir bollukla bu evlere do­ luyordu. Herkesin gırtlaklarını dağlıyan, dillerini kurutan “yok” lâfzı bu aileler için bîmâna idi. Odunlar, kömürler, manda arabalariyle taşınıyor; o koca koca meşe' kütükle­ri yarmakla bitip tükenmiyordu; kıtlığın her tarafı birer iskelet gibi kurutup bitirdiği bu hengâmede bütün bu şey­ler hangi hazinei kayıptan tedarik olunuyordu? İki kona­ ğın bütün odalarına kumlu soba bacaları daima tüter, fı­rıldaklar giril giril döner, âlem sancısını geçinmek için bir tuğla parçası ısıtacak ve hastasına bir çorba pişirecek kadar ateş bulamazken bu Hacı ve Hâfız efendilerin ko­ nakları kânunlarda mutfaklarından tavan aralarına ka­ dar ılık bir mayıs havasiyle meşbu bulunurdu.
Hacı Ferhat Efendinin kapısına her ay başında bir araba dolusu erzak gelirdi. Arabadan haneye nakil esna­sında şeker çuvallarından sokâklara dökülen kırıntıları tenekelerden sızan yağları, ufak sandıklardan saçılan ku­ru üzüm ve incirleri, sepetlerden düşen yaş meyvaları ka­pışmak için mahallenin çocukları aç hayvan yavruları gi­bi çamurlara bulanırlar, arabanın altına, tekerleklerin ara­sına girerlerdi. Arabanın yanındaki neferlerin bazan hid­detli taraflarına tesadüf ederse boş mideli bu sefalet yavrularına iri çizmeleriyle tekme atarlar, o zavallıcıklar da­ yaktan evvel ağızlarındaki nimeti yemiye uğraşarak o ça­ murlu bir yudum leziz şeyi o acı tekmeye katık ederler ve bir lokmacık daha kapabilmek için sesleri çıkmaz; yalnız zayıf ve soluk yanaklarından akan yaşları görünürdü.
Bu kadar erzakı ne yapıyorlar? Nerelerine yiyorlar? İşte bütün mahalle açlarına merak olan budur; gelen gi­denleri eksik değildir; sıkça sıkça ziyafetler verilir'. Ha­remler, selâmlıklar, hanımlar, beylerle dolar. Bu Hacının, Hafızın konaklarına hasırlılarla rakılar, kasalarla biralar taşınır. Yerler, içerler, söylerler, çağınrlar, eğlenirler, çalgı, cümbüş, kıyamet kopar.
Onların eğlenceleri böyle ziyafet zamanlarına münha­sır değildir; bu iki mesuthanede daima düğün var gibi­dir... Piyano, ut, def, şarkı sesleri hiç kesilmez. İki ev de musiki meşkhanesine benzer. Komşularda hasta ve hattâ cenaze olduğunu nazarı insafa almazlar; dünya yıkılsa on­lar zevkleriyle meşguldür; bunların evlerine gidenler, ka­ pılarının önlerinden geçenler harb, kıtlık, hastalık felâ­ ketlerini unuturlar; kendilerini bolluk, güllük, güneşlik, ferah veren, neş’e saçan bir memlekette sanırlar.
Reklam
1.000 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.