Bazı kimseler, kaderin varlığı sarih nasslarla sabit olduğu için kaderi inkâr edememiş ama kaderi yanlış şekilde açıklayarak kadere inanmanın, insanın iradesini elinden aldığını ve onu bazı şeyleri yapmaya mecbur hale getirdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddia, müşahedelere aykırıdır. Kader, Allah'ın bilmesi olarak tefsir edilmiştir. Bilindiği gibi bilmek, bilinen şey üzerinde tasarruf etmek değildir. Dolayısıyla bu kimselerin bu iddiası, insanın iradesinin elinden alınmasını ve onun bazı şeyleri yapmaya mecbur kalmasını gerektirmez. Kaderi tanımlarken şöyle bir misal verilmiştir: Bir kâhin, bir adamın falan günde kuyuya düşerek öleceğini iddia eder de o adam, kâhinin söylediği günde kuyuya düşerek ölürse, o adamı kâhin öldürdü, denemez. Lakin nassları bilen ve onların manalarını iyice kavrayan kimse -gerçi bu mesele aklen de ispatlanmıştırbilir ki, olaylar Allah'ın bilgisiyle ilişkili olmanın dışında kalmadıkları gibi, Allah'ın iradesiyle ilişkili olmanın da dışında kalmazlar. Kaderin gerçek anlamı işte budur. Hatta bunu ilâhi takdirolarak adlandırmayan kimse de noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah'ın iradesinin olaylarla ilişkili olduğunu inkâr edemez. Gerçek anlamı bizim anlattığımız şekilde olduğuna göre ilâhi takdirin açıklamasını çarpıtmanın ne yatarı olacaktır?
Sayfa 165Kitabı okudu
Kuralların olduğu yerde hiç kimsenin indi görüşüne yer olmadığı gibi hiç kimsenin bu kuralların sırrını sorgulama hürriyeti yoktur. Şer'i bir emrin kolayca anlaşılabilmesi için hikmeti veya sırrı anlatılırsa, bu sırf bir bağış olur. Ama bu, gerçekte bir cevap değildir. Lakin insanlar, zevkleri ve tabiatları bozulduğu için hikmet, maslahat ve sırların açıklamasını içeren şu maddeleri kıymetli şeyler olarak gördükleri ve bunlara böyle inandıkları için bağış mahiyetinde kendilerine şunu anlatacağız: Bir erkek, karısının elbiselerini giyerek büyük bir topluluğun huzuruna çıkarsa, kadınlara benzemeye çalıştığından bu kendisi için büyük bir utanç sebebi olmaz mı? Bütün işlerin illet ve gerekçesini akla bağlayan uygar yöneticiler, kılık kıyafet konusunda insanları kanüni kayıtlara göre davranmaya mecbur tutmamaktadırlar. Bu, kanuna muhalefet etmek, mahkemeyi hiçe saymak değil midir? Bu durumda şeriatın bu gibi işlere müdahale etme hakkı olmaz mı?!,
Sayfa 180Kitabı okudu
Reklam
Eşref Ali et-Tehânevi şöyle der: "Tasavvuf ummanında ilerlemenin, merhaleler kat etmenin yolu, insanın her şeyden önce bütün günahlarından tevbe etmesine bağlıdır. Eğer üzerinde kul hakkı varsa bu hakkı ödemeye hemen başlamalı veya hak sahiplerinden bu hususta müsamaha istemelidir. Zira, o kimse, insan haklarından doğan yükü haffletmeden ömrü boyunca çalışsa ve mücahedeye devam etse bile yine vâsıl-ı illallah olamaz."
Tasavvuf üzerine çalışan araştırmacıların belirttiğine göre daha ziyade sûfiler vasıtasıyla İslam'ın yayıldığı Hint Alt Kıta- sı'ndaki (Hindistan, Pakistan ve Bangladeş) en yaygın ve etkin tasavvufi ekoller Çiştiyye, Sühreverdiyye, Kadiriyye ve Nakşi- bendiyye'dir. Eşrefiyye ise ismi geçen dört tarikatın sentezi olarak düşünebilir. Bunun sebebi Muhammed Taki Osmâni'nin, silsilede yer alan İmdadullah et-Tehânevî ve Eşref Ali et-Teha- nevi gibi bu dört tarikattan icâzetli olmasıdır.
19 Ekim 1899'da (13 Cemâziyelahir 1317) Mekke'de vefat eden İmdadullah et-Tehânevi Cennetü'l-mualla'da defnedildi. Müritlerinin sayısı yüz binlerle ifade edilen İmdadullah et-Tehånevi'nin pek çok halifesi olmasına rağmen kendisinden hilafet alan isimlerden en önemlileri şunlardır: Mahmud Hasan ed-Diyobendi. Eşref Ali et-Tehanevi, Hüseyin Ahmed Medeni.
Eşref Ali et-Tehânevî hakkında Abdülfettah Ebû Gudde şöyle der: "Hicrî 1362 yılında vefat eden Hindistan Şeyhi Mevlana Hakimu'l-Ümme Eşref Ali et-Tehânevi seksen bir yıllık ömrünün yaklaşık kırk yılında yazdığı eserleri bini aşmıştır. Bu da Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur."
Reklam
31 öğeden 21 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.