Şu özgeçmişler de, bana hep mezar taşları gibi gelmiştir. Hele yazar hâlâ yaşıyorsa kitapların başına erkenden, hatta aceleyle dikilmiş gibi gelir. Sanki özgeçmiş, bir an önce ölse de ben de tamamlansam diyormuş gibi. Sana da öyle gelmez mi?
Okumak beni yalnızlaştırdı, beni benden sürdü diyemem, belki tersi daha doğrudur, daha önce sürülmüş olduğum, bana aynı zamanda sonsuzluğu duyuran kesin yalnızlığı hissettiğim için okumak beni bu kadar sarmıştı.
Metin boyunca kitabın kahramanı Rayber’e otopsi yapıyoruz; kimliğine/kim olduğuna, kim ve ne oluşuna, yaşanılanlara, Rayber’in hafızasına ve en önemlisi tarihe otopsi. Ömer Türkeş’in aksine yakın tarih travması demeyeceğim yakın tarih katliamı diyeceğim. Katliam öyle çok uzaklarda da değil yanı başımızda; Diyarbakır Sur’da. Üstü resmi açıklamalarla örtülen hakikatleri eşeliyoruz satırlar boyunca. Ama elde ettiğimiz şeye hakikat diyemiyoruz çünkü kahramanımızın bilinci muğlak ve hafızası bize güven vermiyor. Hakikat bulamadığımız metinde acı buluyoruz çünkü acının tespiti kolay, acı hissi bilincin tastamamlığının ötesinde bir his. Rayber bize sürekli soru soruyor; esasen kendi üzerinden bize soruyor sorularını. Rayber’in soruları cevap bulmak için değil, yitirdiği yerini daha da bulanıklaştıran/tespiti zorlaştıran sorular. Aksak bir zihnin yalpalamaları eşliğinde yer bulmaya çalışıyoruz; acı ve katliamın yerini. Ve buluyoruz; onca müphem ve muğlaklığa rağmen Ayhan Geçgin bize nokta atışı bir beceri ile yer gösteriyor. Hafıza kaybına paralel bir mekansal/insanlık/hukuksal yıkım. Çok büyük bir eser. Yazıldığı esnada ne kadar büyük bir işkence yaşandığını düşünmek bile istemiyorum.