Camus'nün, 'İnsanın zamanla alışamayacağı acı yoktur' sözünü bir kez daha irkilerek anımsadım. Alışan insan değildi; koşulları, direncin yenilmesiydi. Filiz'in çektiklerinin her anını yaşamıştım; ölüm. bedeni birden talana kalkışmıyordu, yaşamın cephelerini alıştıra alıştıra, bir bir işgal ederek geliyordu. Bedenin dayanma gücünü yok eden acı, en başta yaşama sevincini öldürüyordu. Öyle bir an geliyordu ki, ruhu teslim etmek, huzura erme oluyordu. Hasta olsun olmasın, yaşlıların, 'çektirmeden canlarının alınması' yolundaki dualarının özünde bu yatmıyor muydu? Acı çekme duygusu, bedenin herhangi bir yerini saran ağrı gibi azalıyor, çoğalıyordu. Aldatıcı yüzünü gizlemeyi çok iyi bilen umut, en etkili oyununu bu aşamada gösteriyordu. Besili bir keçiyi sarmalayıp kemiklerini çatır çatır kırarak öldüren boa yılanı, verdiği acıyla onu ölüme teslim olmaya gönüllü kılıyordu. O anda, boanın sarmalında kıvranan keçinin ölümden başka kurtuluşu kalmıyordu. Yalnızlığı yaşadığım ölüm gecesinde, acının beni boa yılanı gibi sarmalına aldığı anlarda, belleğime sığınarak kurtuluyordum acılardan. Esli ağıtçıların geriye dönüp güzel günleri anlattıkları gibi, ben de anlatıya sığınarak acılara karşı bir savunma hattı kuruyordum.