Size şöyle anlatayım. Güzel bir manzarayla karşılaşma şansına eriştiğimde, bu manzara alışıldık ve sıradanlaşmış dahi olsa gözlerim dolar. Adeta içecekmiş gibi seyreder, güzelliğini uçtan bucağa hissederim. Kar yağdı mı hele ki lapa lapa yağdı mı heyecandan kalbim daha hızlı çarpmaya başlar, başımı ne kadar gök yüzüne çevirsem de o beyazlığa seyirci olabilmenin hakkını yeterince veremediğime hayıflanırım. Çocukların heyecanlarını yakaladım mı içim kaynayıverir, kuşlarla beraber ruhum da kanatlanır, dağların dinginliğinde benim uğultulu rüzgarım soğuk taşlara dokunarak esermiş gibi gelir. Ahh o güzel doğaya, dağlara, denizlere, çimenlere, çiçeklere, ağaçlara, gök yüzüne illa ki gök yüzüne sonra hayvanlara bilhassa kuş topluluklarına ve nihayet güzel insana (fiziken de ruhen de) hayranlığım bitip tükenmek bilmez.
Hayatta kalmanın yolunu- her şey bu kadar kötüye giderken, çirkinleşmiş kararmış ve kokuşmuşken, bitip tükenmek bilmeyen zalimlikler dünyanın dört bir yanını sarmışken- nasıl buldun deseler işte tüm bu sevgileri anlatırdım. Zira onca güzelliğin lezzetine varabilen kalbimin vurduğu dipler de aynı oran da derin oluyor ve bana hiç ilişmeyen kötülüklere dahi her gün her saat dökebilecek göz yaşı bulabilmesi işten bile değil.
İşte böyle yaşıyorum ve yaşamak her anlamda bir mücadeleye dönüyor.