Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Görünen o ki, Protagoras’ın dahi hayal edemeyeceği tarzda bir öznellik, bütün Sokratesçi öğretileri ve ahlâkı aşıp, insanı her şey “bana” göre ve “ben” içindir yargısının meşruiyetine ikna etmiştir. 20. Yüzyıldan 21’e girildiğinde, gerçeklik bütünüyle metalaşmış veya içinde yaşadığımız nesneler dünyası salt meta’ya indirgenmiştir. İnsanın yeryüzünde varolduğu günden beri fiziki ve ruhsal varlığının sürekliliğini temin edebilmek için zorunlu olduğu iki ihtiyaç: beslenme ve güvenlik, salt “produkt”lardan oluşan bir alanın konusudur. Ancak Kapitalist Medeniyetin impresyonist yaşama kültürü, burada gerçekliğe bir kez daha takla attırır. Ve ürünü, ürünün taklidine, görüntüsüne indirgeyerek, bir yandan çok satmaya, fakat çok satarken de onun gerçekliğini ortadan kaldırmaya yönelir.
Maddi gerçekliğin salt iki boyutlu ve akışkan bir görüntüye indirgenmesi sayesinde, sanal gerçeklikle maddi gerçeklik arasındaki farklılık algı / algılama düzeyinde ortadan kalkmış oluyor. Ve ondan ötürü tv. filimlerinde rol alan kimi şahısların, gerçek hayatta da rolünü yaptığı kahramanın kendisi olduğuna inanılıyor. Oturma odasının maddi gerçekliği, onun içinde yer alan bir elektronik cihazın yaydığı iki boyutlu görüntülerle özdeşleşiyor ve dünya hakkındaki bilginiz, size taşınan ve hakikatini sorgulama imkânına sahip olmadığınız bu görüntülerden oluşuyor. Gerçekliğin hakikatini aramak, onu talep etmek ihtiyacından sıyrılmış, dahası böyle bir ihtiyacın birey ve toplum hayatı açısından bir zorunluluk olduğunu unutmuş kitlelerin, psikaytri kliniklerini doldurmasından ve bu istikamette tüketilen ilaç miktarının patlama yapmasından daha doğal ne olabilir. Gerçeklik algısının yitirildiği bir ortamda birçokları için gündelik hayatın bile herhangi bir “coaching” yardımı olmaksızın sürdürülememesi, ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Anılan koşullar altında, bilgi kuramı açısından “bilen özne”ye ne olmuştur? Artık bir özneden ve onun bilgisinden söz edebilir miyiz veya çağımızın “bilen öznesi” yukarıdaki değiniler dikkate alındığında hangi güçlüklerle karşı karşıyadır?
Reklam
Çağımızda özellikle siyasi tartışmaların seyrini Karl Jaspers uzun yıllar önce aşağıdaki biçimde tanımlıyor: Tartışmalar temelli bir görüşü desteklemiyor. Dilde gerekçelendirilen cümleler ortaya atılıyor. Sık sık konu değiştiriliyor. Cümleler bir merkez etrafında dolanmıyor. Duygusal konuşuluyor. Devamlı birbirinden teğet geçer şekilde
Doğa’da, anlam arayan, varlık hakkında sürekli anlam üreten, tikel var olanlara çeşitli anlamlar atfeden, daha önemlisi, tüm bu anlamları, soyutlayıp kavramsallaştırarak genel geçer kuramlara ulaşan ve bunları ifade eden tek varlık insandır. Öyleyse bir anlam varlığı olarak insan açısından, anlaşılamamak, anlatamamak ve anlayamamak, acı verici olsa gerektir.. Fakat tam da bu noktada, anlamanın ve anlamlandırmanın insan açısından önemini yitirdiği kanısını doğuracak örneklerle karşılaşıyoruz. Söz gelimi sosyal medyada, birbirini yermeye çalışırken, ortaya koydukları anlayışsız, saçma ifadeler nedeniyle, gülmece konusu olan örnekler, bu özellikleriyle yaygın ilgi çekiyorlar. Temel gülmece unsuru, “anlayışsızlık” üzerine kurulu “kaba insan” tiplerinin rol aldığı filmler, Batı’da (Bkz. Borat) ve ülkemizde (Bkz. R. İvedik) gişe rekorları kırıyor. Bu sürece koşut olarak, gerçeklik algısının fantastik bir dünya tahayyülüyle yer değiştirmesini sağlayan bir dizi örnekle karşılaşıyoruz. Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter gibi örneklerle başlayan süreç, hız kesmeksizin Game of Thrones ve diğerleriyle devam ediyor. Pekiyi buradan “anlam varlığına” ilişkin nasıl bir çıkarımda bulunabiliriz? Görünen o ki, Newton Fiziği yasalarının hâkim olduğu ortalama dünyayı ardımızda bırakalı hayli zaman geçti. Artık günümüz fizik anlayışları tarafından öngörülen ve makro-nano düzeyde geçerli olduğu varsayılan belirsizliğin, yasasızlığın ve dahası anlamsızlığın (veya anlam dışılığın), ortalama dünyamıza da hâkim olduğu bir sürece girmiş bulunuyoruz.
Varlık hakkındaki bilginin mümkün olması, onun öğretilebilir, aktarılabilir olmasını doğrudan doğruya içerir mi? Yani bilmek veya bildiğini sanmak, bir şey bildirmeyi içerir mi? Veya şöyle de sorabiliriz: bilmeyen, bilmediği şeyi, bir bilenden / bildiğini iddia edenden öğrenebilir mi? Bilgi (bu örnekte erdemin bilgisi) mümkündür ve öğretilebilir. Ve öğrenen insan her gün, bir önceki günden daha fazla iyiye doğru ilerleyebilir. Akış ve oluş sürecine tâbi bir varlık anlayışı içinde, bilgiyi duyu verileri ve onların lisandaki karşılıklarıyla özdeş gören Protagoras açısından, bunların bir başkasına aktarılması veya bir başkasının da, hocanın yol göstericiliği sayesinde deneyim yoluyla aynı verileri edinmesi mümkündür. Ancak beri yandan yine Protagoras “insan her şeyin ölçütüdür” önermesiyle, bu bilginin de, sana, bana ve bir başkasına göre farklı yani göreceli olduğunu temellendiren düşünürdür. Aslında girişte betimlemeye çalışılan günümüzün deneyimleri ışığında, dile getirmeye çalıştığımız mesele budur. Herkese göre giderek daha farklı, hâttâ birbirine bütünüyle aykırı seyreden gerçeklik algısı içinde, biz birbirimizi nasıl anlayacağız? Düşmanlıkların ve giderek kanıksanan cinayetlerin, kitlesel katliamların, vicdanlarda daha güçlü bir karşılık bulmasını nasıl sağlayacağız? Herkesin kendi zihnindeki (öznel ve doğrudan) varlık hakikati üzerinde değil de, genel geçer olanın bilgisi ve hakikati üzerinde nasıl anlaşacağız?
"..postmodern zamanların varlık kavrayışı,gerçeklikten, gerçek (real) objeden değil, kurgusal (irreal) objeden hareket eden bir eğilimi bize gösteriyor. Birbirini anlamayan tarafların ifadelerinde ortaya konan, gerçek obje yorumu değil, günümüzde bir moda haline gelen kendi zihinlerindeki kurgusal (irreal) obje yorumlarıdır. Kimse muhatabının tahayyülündeki muğlak imgeleri, kendi zihninde canlandıramadığı için, bir körler sağırlar ilişkisi/sizliği günübirlik eğilim halinde yaygınlık kazanmıştır. Zihindeki belli belirsiz imgenin gerçekliğinden yola çıkan insan için, uzmanlık ve dış dünyanın bilgisi önemini yitirmiş, herkesin her şeyi, öğrenmeden bilebileceğine dair bir üst yeteneklilik sanısı, hakikat arayışını durdurmuştur. Burada gerçeklik (realite) algısının yitirilmesinde ve gerçeklikle ile kurgusal (irreal) olanın yer değiştirmesinde kitle iletişim araçları ve medyanın çokça bilinen işlevine kısa bir geri bakıştan kendimizi alıkoyamıyoruz. Söz gelimi: yıllarca Mad Max ve benzeri fantastik kurgulardan sonra, gerçek dünyanın da böylesi bir fanteziye uydurulacak şekilde kurgulanabileceğini, Işıd ve onun dünyaya sunuluş tarzı çarpıcı biçimde sergiliyor. Bu çoktandır bilinmekle birlikte, vurgulanması gereken önemli ayrıntı şu olsa gerek..
Reklam
Fantezinin gerçeklik olarak kurgulandığı durumda, üzerinde anlaşılabilecek genel geçer objektif gerçeklik ortadan kalkıyor. Örneğin: Işıd fenomeni kendisi gerçek olmakla birlikte, salt fantastik kurgunun içerebileceği türden bir subjektivizmi yansıtıyor. Yoksa Avrupa dâhil, dünyanın çeşitli yerlerinden gelerek, bu “gerçeküstü" vahşet yapısına katılan insanların, kendilerini hangi meşruiyet duygusuyla buna ikna ettiklerini açıklamanın, bir başka yolu olmalı. Aynı durum, imgelemindeki cennet tahayyülünün gerçeğe dönüştürme çabasındaki intihar eylemcisi için de geçerli olsa gerek. Üzerinde anlaşılabilecek objektif gerçekliğin kurguya dönüştürülerek, bireylerin sübjektif algısına sunulması, bireyin de onunla istediği fantastik kurguyu tesis etmesine imkân tanıyor. Böylece artık sizi dünya gerçekliğine, fizik yasalara, toplum ve tarih varlığının işleyiş düzeneğine, hukuki yasalara, töresel normlara bağlayan bir gerçeklik söz konusu değildir. Sizin dışınızda bir anlam dünyası yoktur. Bu dünyaya, öteki canlılara, öteki insanlara, olası bütün anlamları siz veriyorsunuz, vermezseniz de vermiyorsunuz. Buna göre gücü yeten herkesin, kendi siyasasını, kendi hukukunu, kendi dünya tahayyülünü gerçekliğe ikame edebileceği ve bunun meşruiyetini sadece kendi imgeleminden (tahayyülünden) ve kişisel isteklerinin kapsamından tesis edebileceği'bir dünya durumu ortaya çıkıyor. Doğrusu, sübjektif-naturalizmden, sübjektif-idealist (tek benci) obje kavrayışına uzanan bir pratiğe ve onun belirlediği bir zaman dilimine tanıklık ediyoruz.
' Hayatı kim, nasıl tarif ederse, onun hayat hakkındaki girişim tarzı da o tarife uygun olacaktır. Dolayısıyla ideolojinin insanlığa dayattığı en vahim mesele, dünyaya kendi vatanı olan “kapitalist medeniyet” tarafından bakarak, başkalarının sorunlarını da oradan göründüğü şekliyle tarif etmek ve herkesin, kapitalist medeniyetin istediği istikametten bakmasını talep etmektir. Bu bakışın, kabul edilmesini dayattığı iki önyargı: a) Aydınlanmayla birlikte zirve yapan kapitalist Batı Medeniyeti’nin evrenselliği karşısında, öteki medeniyetlerin yerelliği ve etno-folklorik düzeyde kabul görmeleri. b) Yine Aydınlanma dönemiyle evrenselleşen ve insanlığı ilkel istasyonlardan, gelişmiş istasyonlara doğru hareket eden bir tren içinde, çeşitli kompartmanlara tasnif ederek tanımlayan ilerlemeci tarih anlayışıdır. Bu iki maddeyle bağlı olarak, günümüzde Batı merkeziyetçi bakışın dünyaya dayattığı “monokültürel” yapı ve onun kavramaları aracılığıyla başka halklara taşınan sorunlara baktığımızda, ideolojinin her daim yeniden ve nasıl restore edilmeye çalışıldığını az çok görebilir.
Günümüze dek süregelen endüstri devrimi sayesinde, varlığa, yine varlığın yasaları üzerinden elde edilen, bilimsel-teknik buluşlar ve insan eliyle kazandırılan formlar, öncelikle yine insanın kendi gözünü boyamıştır. İnsanın, modern dünyada eşyaya kazandırdığı formlar arasında bir hiyerarşi gözetmesi, onlara aşağıdan yukarıya doğru birçok değerler ve anlamlar atfetmesi, yine insanın kendi eylemine yönelik birbirleriyle çelişen farklı öznel (subjektiv) sonuçların imkânını veriyor. Bu nedenle son üçyüz yılda, maddeye en çok form veren toplumlar, kendilerini endüstri toplumu adıyla diğerlerinden ileride konumlandırmayı meşru görebilmişlerdir. Üretilen her yeni formun, patent denilen hukuki bir kimliği ve pazarda belli bir alıcısı oluştuğunda, ona “marka” adı altında ayrıcalıklı bir değer daha yüklenmiştir. Böylece özellikle modern zamanlarda, daha çok fetiş üretenler, kendilerini, daha az fetiş üretenlerden ilerde görme hakkını sahip olmuşlardır. Meta ve para fetişizminin, yine ilerlemeci bir Aydınlanma ideolojisi olan Marksizm tarafından salt iktisadi bir sorun olarak kapsamlıca eleştirilmesine karşın, meselenin ahlâki ve tinsel yanı, günümüze dek uzanan ve merkezi tartışmalara konu olan bir “vakum” oluşturmaktadır.
Bu bağlamda,hemen her vesileyle çokça kullanılan uluslarrası (international) ve evrensel (universal) sıfatlarının ikna ediciliği göze çarpıyor. Aydınlanma yüzyılları boyunca Avrupa’da üretilen kavram ve değerlerin başına ya da sonuna bu iki sıfatın eklenmesiyle, o değerlere, başka halkların kendi değerlerine atfetmedikleri bir ayrıcalık
Reklam
Etnik kimlik,insanın kendi eylemiyle sonradan kazandığı ve eylemiyle belirlediği bir nitelik olmadığı için, her türlü spekülatif yüklemeye ya da eksiltmeye açık, üzerinde duruldukça içi dolan, araştırıldıkça kurgulanabilen, konuşuldukça tanınan ve sahiplenildikçe ya da dışlandıkça ayağa kalkan bir kimliktir. Bu yönüyle etnik aidiyet, her türlü tasnife ve kategorizasyona açık bir kimlik türünü oluşturuyor. Ancak ayrıştıramadığınız (definition) şeyi tasnif edemeyeceğiniz, kategoriye alamayacağımız için, etnik kimlik, insanın toplumsal eylemiyle edindiği diğer kimliklerin tersine, birleştiren değil, ayrıştıran bir kimlik türüdür, yani etnik tasnif yapabilmek; kategorize etmek için, ayrıştırmak zorundasınız. Oysa söz gelimi, eylemimle edindiğim mesleki kimlik, ekonomik ve siyasi dayanışma imkânını, eylemimle edindiğim sevecen dost kişilik, toplumsal ahlâki dayanışma ve birlik imkânını, potansiyel olarak içerirken, doğuştan ve istemim dışında edindiğim etnik kimlik, ayrışma imkânı içermektedir. Aslında etnik kimliğin ne olduğuna, içeriğinin nasıl doldurulacağına, etnolojiyi, anropolojiyi ve sosyal antroplojiyi birer bilim olarak kuran Batı Aklı yanıt vermelidir. Eğer bilimler, hayatın gereksinimlerinden doğmuşlarsa, bu bilimlerin kim tarafından ve kimin hayati gereksinimlerini karşılamak üzere doğduğu üzerinde de düşünmemiz gerekiyor. Ya da meseleyi tersinden sorgularsak: etnolojinin kurucusu niçin Türkler değildir, sosyal antropolojiyi niçin Araplar veya Farslar değil de, Avrupalılar kurmuştur gibi sorulara ne tür yanıtlar verebiliriz?
Değer, insan davranışlarının tinsel ve etik alandaki karşılığını, bir tür ölçme, bir tür kıyas yoluyla kavrayabilmemizi sağlıyor. Anladığımız bir şeye, dokunmuş değmiş oluyoruz ve değerlendirebiliyor, değerlendirdiğimiz yani dokunduğumuz şeyi ise anlamlı sayabiliyoruz. Örneğin: gösterdiğimiz çabanın, ortaya koyduğumuz esere değmesi veya harcadığımız paranın, satın aldığımız metaya değmesi ya da iyi niyetimizin, bize reva görülen muameleye değmesi. Değer, bu yönüyle salt bir sözcük değil, insanın insanla ve insanın tabiatla. sürdüregeldiği her türlü ilişkiye anlam yüklemesini sağlayan ve yüklediği anlam sayesinde onları anlamasını mümkün kılan bir kavramdır. Dolayısıyla hayatın önemli bir kısmını, ancak değerler sayesinde kavramak, idrâk etmek mümkün görünüyor. Değerlerden yalıtılmış, arındırılmış bir hayata, insan nasıl anlam verebilir? Anlamın kendiliğinden, insan bilincinden bağımsız olarak maddeye ve varoluşa nesnel biçimde içkin olup olmadığı, ayrı bir tartışma konusudur. Ancak henüz, verili durumda olağan hayatımızın dayattığı anlam talebiyle, değerlerimiz arasında doğrudan bir bağıntı olduğunu söyleyebiliriz.
Sayfa 104Kitabı okudu
Şunu söylemeye çalışıyorum: Toplumun bir ideal aracılığıyla yükselme isteği, zorunlu, doğal ve meşrudur. Ancak bu meşru eğilim çoğunlukla güç istencini iktidarı elinde bulunduranlar tarafından istismar edilegelmiştir. Öyleyse, güç istenci sahipleri toplumsal kolektif tinin yücelme eğiliminin yönünü, kendi güçlerini pekiştirmek amacıyla saptırmaya giriştiklerinde “özgürlük” idesini ölçüt alarak, bu yönlendirmenin bir istismar olup olmadığını sınamak mümkün / dür / olmalıdır. Buraya kadar kuramsal olarak meselenin çatısını kurmaya çalıştık. Fakat burada bir tuzak daha var. Günümüzde güç istencini elinde bulunduran merkezler, ulusal ve uluslararası oligarşiler, kuram üzerinde en az bizim kadar çalıştıklarından olsa gerek, tüm şiddet uygulamalarını, askeri işgalleri, savaş makinalarının kıyımını, toplumlara “özgürlük götürmek” onları “özgürleştirmek” gerekçesiyle açıklıyorlar. Gelgelelim, hiçbir toplumsal idealin, o topluma yabancı, bir dış unsur eliyle gerçekleştirilemeyeceği bilinmesine rağmen, turuncu devrimler, Arap baharı ve benzeri yanılsamalar, medya tekelleri aracılığıyla hakikat algısı oluşturmak üzere dayatlllyor.
Sayfa 122Kitabı okudu
Bireyin kendi sübjektif kavrayışını hakikatin yerine ikame etmesiyle, üzerinde anlaşılabilecek genel geçer doğruların gözden düşmesi sonucu, toplumsal kolektif tinin tahribata uğraması kaçınılmazdır. “Yaptım oldu, dedim oldu” edasıyla, herkesin kendi hakikatini, kendisinin imal ettiği bir çağda, nesnel gerçekliğin ve nesnel bilginin, itibar kaybına maruz kalması epistemolojik olduğu kadar, etik bir sorundur. Bilginin ve bilen insanın yadsınması, lumpen eğilimlerin toplumda başat durum gelmesine uygun zemin sunuyor. Cehaletin, bilgiden intikam almaya cüret ettiği bir zamanda, dünya bilgide ve bilgelikte temellenen ruhunu artık teslim etmek zorunda kalımıştır. Kısaca 80'lerden itibaren günden güne ruhunu yitirdiği için, acı çeken bir dünya ile karşı karşıyayız. Unutmamak gerekiyor: Recep İvedik'lerin, Borat’ların dünyasıdır bu.
Sayfa 137Kitabı okudu
Tüketerek mutlu olma yanılsamasını sürekli kılmak ve canlı tutmak amacıyla, sürdürülen ‘innovasyon', ‘arge’, gibi çalışmalar, insan için durmaksızın yeni yapay ihtiyaçlar türetmekte ve bunları doğallık algısıyla kitlelere kabul ettirmektedir. Böylece, insani üretim, tanrısal yaratıma yerini alırken, insani plan ve projeler de, tanrısal kaderle yer değiştirmiştir. Eğer bütün bu süreç, tarih öncesi devirlerden 15. Yüzyıla kadar dünyaya egemen olan (bireysel) insani vicdanın ve (tanrısal) kolektif ruhun yitip gitmesini içermeseydi, başımıza gelenin aslında iyi bir şey olduğunu söyleyebilirdik. Ancak Platon’un öğüdü uyarınca, mitoslarla, masal ve efsanelerle yetiştirilmesi gereken kuşakların, savaş simülasyonlu bilgisayar oyunları tarafından teslim alındığı şartlarda, 19. Yüzyılın kimi bilgelerinde izlenen karamsarlık, gerçekçi bir öngörü olarak tarihte yerini almış görünüyor. (Bireysel) insani vicdanın ve (tanrısal) kolektif ruhun yitirildiği bir dünya korkunçtur. Ancak burada korku, insanın doğal yaşamının başlangıcındaki doğal korku olmaktan çok, bilinç düzeyine yükselmiş ve artık nedenleri, onun kendi eyleminde gerçekleşen bir korkudur.
Sayfa 148Kitabı okudu
44 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.