. "...Hayat ne? Bugüne kadar ne gördüm? Gördüklerimden, sahip olduklarımdan neyi koruyabildim? Kim, neye sahip, neyi koruyabiliyor? Zaman herşeyi obur gibi yiyor yok ediyor! Bugünün sağlığı bile yarının ölümünü getiriyor! Ha bugün, ha yarın. Önemli olan zaman mı? Zaman ne? Evet, zaman ne?... Zaman bir an. Bütün canlılar, insanlar, her şey bir âna mahkûm. Bu an, her an değişiyor; her şey bir ırmak gibi akıyor, yani kaynağına koşuyor. Gülmek, ağlamak, birinin boğazını sıkmak, batan gemideki insanların şuursuzluğundan farklı hareketler değil! Bir gün sonra batmak için bu çırpınış neye? Önemli olan zaman mı? Zaman bizim tanımlama- mız değil mi? Çocuklar gibi kuralını koyup, oynuyoruz; ve arkasından ağlaşıyoruz!... İşte önümde gencecik bir hayat var. Bu akışta yaşıtlarım geçeceğe benziyor. Üzülmesi mi, sevinmesi mi lâzım? Buna kendisi karar veremez. Belki de tatlı bir rüyadan kopmamak için çırpınan her insan gibi direniyor. Onu uğurlayanlar da uğurladıkları meçhulden ürküyorlar! Ama bu dünya da hepimizin meçhulüydü; geldik, gitmek istemiyoruz!..."
Ne Arzu Film'in Beyoğlu'ndaki ofisini, ne Ertem Eğilmez'in o muhteşem filmlerinin senaryolarının yazıldığı Gümüşsuyu'ndaki evini, ne Can Film ofisini, ne bir film seti gördüm… Fatma Girik, ortak oldukları zaman, "Ne medeniyetsiz kadınsın, insan bir çiçek alıp gelir" diye sitem ettiği halde gitmedim şirkete… Çocuklar da hiçbir zaman gitmediler babalarının setine… O'nun özgürlük alanına giriyormuşum gibi geliyordu… Gitsem bir kenarda sessiz oturacağım ki bana pek uygun değil ya da oradakileri meşgul edeceğim… Onları görmek istediğimde ya bizim evde veya bir başka yerde bol bol sohbet edebilirdim.
Türk Ordusu Kıbrıs'ta: 20 Temmuz 1974 sabahı Türk ordusu, havadan ve denizden Kuzey Kıbrıs'a girer. 22 Temmuz akşamı, Türk hükümeti ateşkes kararı verir. 14 Ağustos 1974 sabahı Türk ordusu ikinci harekâtı başlatır. Atila Hattı olarak belirlenen sınırda durulur ve Kıbrıs adasının % 38'i Türklerin eline geçmiş olur.
Birinci
İkinci harekâttan da Atsız çok memnun değildir. Kardeşi Nejdet Sançar'a yazdığı 24 Ağustos tarihli mektupta şöyle diyor: "Rumlara kinim büsbütün arttı. Kırma mermiyle... üç yaşındaki çocuğu, annesine sarılmış olduğu hâlde öldürdüler. Küçük çocuğun renkli fotoğraflarını görünce, çocuklar gibi, hüngür hüngür ağladım. Kıbrıs harekâtı gönlümce bitmedi. İşi uzatarak hızımızı kesiyorlar. Göreceksin: Bir miktar gevşeyecek ve taviz vereceğiz. Haçlı ruhu diri. Bizim millette de savaş ruhu biraz canlandı."
Anne babası tarafından masal okutularak uyutulan veya büyütülen bir çocuk olmamama rağmen ilkokul öğretmenim vesilesiyle dünya edebiyatında yer edinmiş, kült sayılan bütün masalları okumuş olabilirim. Bu kitabı okurken aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen detayları anımsarken hep gülümsedim. O zaman idrak edemediğim şeyleri şimdi düşündüm
Şanssız mıydık? haksızlık olur şimdi
Düşünsene nasıl geçmiştik hızla
Birleşen iki güvercinin arasından
Hiç dokunmaksızın onlara
Bende tarçın sende ihlamur kokusu
Az mı dolandık Başkentin sokaklarında
Ama işte şölenin kaçınılmaz acısı
Bizim payımıza düştü sonunda
Aşkımız şimdi görklü bir hayatın
Yabancaya berbat bir çevirisi
Sen metinde üç beş satır atladın
Ben geçmiş zamanda dondurdum fiilleri
Sen ki özenle katlanmış bir mendil gibiydin
Düşünür müsün zaman zaman acaba
Nelerle ödedik şu mevsimi
Ve gün nasıl vuruyor topuklarımıza
Şanssızım diyemem ben kendi payıma
Oluyor böyle şeyler ara sıra
Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim
Bütün çocuklar anlar da
Önce babalarımızı potansiyel psikopat olarak bize sundular, genç kızlarımız bu algıyla yetişti, erkekleri egemen olarak algılamamak için önceden önlemlerini aldılar. Bizim babalarımız kadınlardan önde yürüyormuş, çocuklarını sevmiyormuş, çok otoriter imiş. Bunun psikososyal dinamiğini ise kimse sorgulamadı. Son yüzyılda büyük savaşlar geçiren toplumumuzda erkekler şehit olmuş, kadınlar dul, çocuklar yetim kalmıştı. Bu nedenle sağ kalan kocalar, karılarından ayrı yürümeye ve çocuklarını kucaklarına almamaya başladılar ki dul kadınlar ve yetimler kendilerini yoksun ve kötü hissetmesinler. Bu aslında çok üst bir empatik özelliktir. Yoksa Osmanlı kadar romantik olan ve aşk şiirleri yazılan başka bir topluluk yoktur. Her şeye rağmen çok küçük bir kesim bu toplumda babaların duyarsızlığından söz etmiştir.
Kuşlar zaptederdi her yeri, sabahları
Binlerce kez söylerlerdi söyleyeceklerini
Bizim hiç anlayamayacağımız bir şeyi
Senin şarkıların aç kuşlara buğday saçardı
Kediler yusyuvarlak dururdu karın ortasında
Kar manzaralı bir resmin ortasında durur gibi
Gri kediler sarmıştı etrafımızı, gri dağlar ...
Bir tek senin çocuklar üşüyecek rengi saçların vardı.
Yetişkinlerin okuması gereken bir çocuk kitabı mı ya da yetişkinliğin verdiği dar kalıpların farkına vardıran çocuk kitabı sanılan bir kitap mı desek daha yerinde olur? Hangisi olursa olsun bu kitap üzerine makaleler yazılan, yüzlerce çeviri yapılan, en çok satan kitaplardan olan ve daha çok Dünya çapında özelliğe sahip olan eserlerden biri ve bunu kesinlikle hak ediyor.
Beni ilk etkileyen cümlesi : "Yetişkinler hiçbir şeyi tek başlarına anlayamıyorlar ve onlara sürekli bir şeyleri açıklamak biz çocuklar için çok yorucu oluyor." oldu. Ve aslında o yetişkin de o çocuk da biziz. Bir kere bile olsa yetişkin algımızı bir kenara koyarak çocuk gözümüzle bakabilsek Dünya'ya ya da tilkinin de dediği gibi "İnsan en iyi kalbiyle görür. Esas olan gözle görülmez." Bu anlayışla bakabilmek gerekiyor. Yetişkinlik kalıplarımızı yeri geldiğinde atmamız gerçek mutluluğa daha hızlı ulaştırabilir.
Aslında Küçük Prens bizim içimizde. O saflık, çocukluk, hiçbir şeyin farkında olamama, yılanların bile zararsız olduğunu düşünme hepsi içimizde. Sadece bunun farkında olmalıyız. Afrika çölüne de gitmeniz gerekmiyor. Herhangi ıssız bir yerde yıldızların altında uzandığınızda size en parlak gelen yıldızı görün. İşte Küçük Prens orada. Siz de oradasınız. Teşekkürler :)
Küçük PrensAntoine de Saint-Exupéry · İndigo Yayınları · 2019234.9k okunma
Türk'ün Erdemli Cumhuriyeti
İnsanlığın yeni anası olacak çocuklar büyüyor Anadolu'da.
O çocukların memesini kesmeye kalktılar.
Meme Anadolu da topraktı.
Bizim çocuklar, sizinkiler değil, bizim, hor görülen ama gene de asil dilencilerin evlatları henüz dokuz yaşlarına bastıkları zaman bu dünyanın gerçeğine ererler. Zenginler bunu mezara kadar başaramaz.
Bir de kim ne zaman karar vermiştir bilinmez ama bizim ülkemizde renkler, psikolojik, estetik vs. niteliklerini ilaveten bir de takvim görev üstlenirler. Toz pembe süveter giyen bir nineye hiç rastladınız mı? pembe beyaz bir nineye? Yaşlı kadınlar neden ille de siyah değilse bile İsimsiz renkler giyerler. Oysa onlar leke özürlü renkleri çocuklardan çok daha iyi taşıyabilirler, öyle değil mi? En azından çocuklar kadar pisletmezler.
Üzmüşler çocuğu, diğer çocuklar. "Senin baban çöpçü, sen de pis kokuyorsun” demişler. Vicdan duygusu tam gelişmemiştir okul öncesi çocuklarında. Zaman zaman böyle acımasız olabilirler. Kırmışlar yavrucağın kalbini.
Konuştum babayla. Çok üzüldü, çocuğunun üzülmesine. Dağ gibi adam gözyaşlarını ilk kez ayırdı gözlerinden belki de. “Üzülmek