“Ne yaptın da aşık ettin beni kendine?”
“Bilmem,” diye güldü genç, “sadece sevdim seni. O kadar çok sevdim ki bırak senin gibi capcanlı bir kadının kalbini, taşı bile eritmeye yeterdi aşkım.”
İçinde ne var senin? Bazı çocukça kavramlar, birkaç az pişmiş duygu, çokça sindirilmemiş güzellik, koskoca ve kapkara bir cehalet, aşkla yanan bir yürek ve aşkın kadar büyük, cehaletin kadar nafile bir tutku.
Ne sesti o! Uzaklardan hafifçe gelen müzik gibi veya daha iyisi, gümüş bir çanın mükemmel tondaki billur sesi gibi hoş ve tatlıydı. Hiçbir kadının sesi böyle olamazdı. Göksel bir tarafı vardı, sanki öte alemlerden geliyordu.
“Çok mükemmel hikaye,” dedi, “ama üzdü beni. İçimden ağlamak geliyor. Dünya da hep üzücü şeyler var. Halbuki mutlu şeyler hakkında düşünmek beni mutlu ediyor.”
Canım sıkılıyordu. Bu apayrı, neredeyse dayanılmaz bir sıkıntıydı. Göğsüm sanki sıcak kurşunla dolmuştu. Bu kurşun içimi daraltıyor, göğsümü, kaburgalarımı şişirerek beni bir balona dönüştürüyordu. Tavanı tabuta benzeyen bu küçük odacıkta bunalıyordum.
Sözgelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Her geçen dakika mutluluğum artar. Saat dört dedi mi meraktan yerimde duramaz olurum. Mutluluğumun armağanını veririm sana.
Beni bir evcilleştirirsen hayatım günlük güneşlik oluverir. Öteki ayak seslerinden apayrı bir ayak sesi tanırım. O sesler korkuyla kovuğuma kaçırtır beni, seninkiyse tatlı bir ezgi gibi yeraltından çağıracaktır.
Çiçeği evrende bir eşi daha bulunmadığını söylemişti. Oysa işte bir tek bahçede bile ona tıpatıp benzeyen beş bin çiçek vardı!
“ Görse ne kızardı,” dedi kendi kendine. “Kim bilir nasıl öksürür kendine gülünmesin diye ölüyormuş gibi yapardı. Ben de ölmemesi için seve seve ona bakıyormuşum gibi yapardım. Çünkü aşağıdan almazsam gerçekten ölmeye kalkardı.”