Babasız büyümüş erkek çocukları mahalle kahvelerinde babası şefkatine benzer bir şey bulurlar. Babalarının kucağında uyuyakalmaya benzeyen bir huzuru yaşarlar.
Fötr şapkalı Çingene müzisyenlerin çaldığı şarkılar kemiğine işliyordu insanın. İçten gelen bir hoplama, omuz titretip gerdan kırma isteğiyle kimse yerinde duramıyor, alayı birden bildik dans figürleriyle sahneye doğru yığılıyordu. Bütün bu şaşaanın içinde yoksulluk akıyordu müzisyenlerin üstünden. Gerçi örtük bir yoksunluktu onlarınki.
…
Onları dinlerken dünya yalandı gerçekten. Acı, yoksulluk, ayrılık, yas her şey yalandı. Karcığar makamının nevayla başlayıp hicazla devam eden inişli çıkışlı seyri vardı bir tek.
Sence Zülkarneyn yanılan mıdır, aldatılan mı? Doğmazdan önce adına atfedilen bir kahramanlık masalının esiri midir yoksa? Sık sık rüyasına giren boynuzları gelişmiş, lüleli kara sakalları göğsüne uzamış başka bir Zülkarneyn’e prangalı, içini kavuran bir sonsuzluk tutkusuyla mahvolmak pahasına seferler düzenlemeye mecbur, işin aslı bıldırcın avlamaktan, güreş tutmaktan başka bir şey yapmak istemeyen gayet sıradan birisidir belki. Belki de sonsuzluğu çoktan bulmuştur da bulduğunu fark edememiştir.
Evlenirken Fazıl “Kızlık soyadını da korumanı istiyorum,” demişti. Sanki bir lütüf bahşediyordu, her modern erkeğe yakışanı yaparak bir altın diş gibi medeniliğini gösteriyordu… Özlem de heyecanlanmış, mutlu olmuştu. Oysa şimdi öyle boş görünüyor ki bir erkeğin, kadının aslında başka bir erkekten aldığı kızlık soyadına böyle anlayış göstermesi. Kadının nüfus kağıdında bile erkekler çarpışıyordu. Onların hiçbir şeyine, hiçbir lütfuna, hiçbir iyilik, anlayış ya da hoşgörü gösterisine ihtiyacı yoktu artık. Soyadlarına bile. Belki boşanınca kendine bir soyadı seçer, onu alırdı. Hatta belki “Gül” olurdu. Böylece tam adı “Gül Özlem Gül” yazılırdı. Kalan ömrünü mutluluk içinde geçirmesini emreden yeni bir kimlik. Oh be!