Belki birine içini dökmeyi, bütün bu hissettiklerini anlatmayı dilerdi. Ama bulutlar gibi şekil, rüzgârlar gibi de yön değiştiren, kendi kendine bile adlandıramadığı bir huzursuzluktan nasıl bahsedecekti ki? Sözcükleri yoktu, olanağı yoktu, cesareti yoktu.
Yavaş yavaş günler günleri, mevsimler mevsimleri kovaladı, kış geçti, bahar geldi, yaz geçti, güz geldi; her şey azar azar, parça parça aktı, geçti, yaralar kapandı.
Muharebe öncesi kampanya sürecinde yamyam, katil, acımasız ve haydut olarak tanımladıkları Türk toplumu öncülerinin, her türlü ayrılığa rağmen düşman ölülerine bile saygı duyduklarına Papalık müessesesi bizzat şahit olmuştur.
Enver Paşa, gençlerin orduya hız kazandıracağını düşünmekte ve göreve geldikten birkaç gün sonra yapmış olduğu toplantıda; “Bir subayın görevi süslü bir üniforma ile boy göstermekten ibaret değildir. Asker olmak, talim ve terbiye, bilim ve sanat ve hepsinden önemlisi cesaret ve çok çalışmak demektir. Bu meziyetler ancak gençlerde bulunur ve yine gençler öğrenmek ve çok çalışmak yeteneğine sahiptir.” diyerek zihninde kurguladığı tasfiye ve gençleştirme faaliyetini kısaca özetliyordu.
1908 yılından itibaren şaşırtıcı bir şekilde Enver Paşa'nın isminin önüne çeşitli unvanlar eklenmekte bu durum da kendisine olan ilgi ve saygını artırmaktaydı.
Gerçekten de, bir süredir, bir türlü tanımlayamadığı bir endişe dur durak bilmeksizin içini kemiriyordu: Bu, bir türlü zamanında yetişemeyeceği, önemli bir şeyin aniden oluverip onu hazırlıksız yakalayacağı duygusuydu.