Manfred domuz homurtusunu andıran o bildik, hırıltılı kahkahasını patlattı ama belki de haksızlık yapıyordum: Manfred şişmandı. Belki bu onun kahkahasına bakışımı etkiliyor, bunu coşkulu bir homurtuya benzetmeme yol açıyordu. Belki de kahkahası tıpkı benimki gibi.
Belki hepimizinki aynıydı.
Hep kendi hayatımda yardımcı bir rol oynuyormuşum gibi tuhaf bir his vardı içimde. Sanki bir baloncuğun içinde oturuyormuşum ve kendime dışarıdan bakıyormuşum gibiydi.
Sanırım bu da hayatın derslerinden biriydi: İnsan
kaybedene dek sahip olduğu şeyin farkına varmıyordu. Bunun klişe olduğunu biliyordum ama doğruydu. Özlemek, kaybettiğiniz şeyin değerini ölçmek için mükemmel bir yoldu. Tedavüldeki diğer ölçütler kadar güvenilirdi.
Eğer birisi sana farklı olduğunu söylerse o kelebeği düşünmeni istiyorum. Farklı 'daha kötü' demek değil. Farklı aynı şekilde 'daha iyi' anlamına da gelebilir. Bunu asla unutmayacağına söz ver.
Gunilla bana sürekli umudumu kaybetmememi söylüyordu.
İşte buyurun. Bu hastalıktan bile daha utanç verici olan bir şey vardı: umudunu kaybetmek. Ciddi bir hastalığı olan hiç kimse umudunu asla yitirmemeliydi. Bu, aileniz ve doktorlarınız için affedilmez bir ihanetti.
Peki, umut edecek gücünüz yoksa ne olacaktI?
Umut, hasta insanların cesur ve minnettar bir gülümsemeyle tutunmalarının beklendiği abartılmış bir cankurtaran salıydı. Kendini bırakmaksa yalnızca çılgınlık değil, aynı zamanda vefasızlıktı.
Ama ben vefalı olmaktan artık çok yorulmuştum.
"Hayat kaybetmek üzerine kuruludur," derdi. Doğduğumuzda hepimizde olan masumiyetin kaybı, sevdiğimiz insanların kaybı; sağlığımızın, fiziksel becerilerimizin ve en sonunda, elbette hayatlarımızın kaybı...
Her zamanki gibi haklıydı.