Şurup kutularının üstünde yazan ve daha çok devletin insanları yönetirken kullandığı o şey, kaç gündür benim için de geçerli. Ters çevrilip çalkalanmış gibiyim ve şu sıralar; kendime pek hürmet edesim gelmiyor.
Başlangıçta vardı, evet ve bu da beni huzursuz ediyordu. Sürekli nasıl yaşayacağımı ve başıma gelenlere katlanıp katlanamayacağımı düşünüyordum. Bazen, özellikle kendimle baş başa kaldığımda endişeleniyordum. Bizim orada bir çağlayan vardı, fazla büyük değildi; yüksekteki dağlardan ince bir şeritmiş gibi dökülürdü. Beyaz ve gürültülü köpükleri olan bir çavlandı. Yüksekti ama alçakmış gibi görünürdü; yarım verst yukarıda olmasına rağmen elli adımmış izlenimi verirdi. Geceleri şırıltısını dinlemeyi severdim. İşte böyle anlarda içim içime sığmazdı. Bazen öğle vakti, tek başıma dağlarda bir yerlere giderdim. Etrafım yaşlı, yüksek çam ağaçlarıyla çevriliydi ve ben yapayalnızdım.
“Lüsern’e geldiğimizde gölde gezintiye çıktık. Göl çok güzeldi, ancak içime bir sızı saplandı” dedi Prens.
“Neden?” diye sordu Aleksandra.
“Ben de anlamadım. Tabiatı seyrederken hep böyle hissederim. Güzelliğine kapılıyorum ama aynı zamanda bu bana acı veriyor.”
Kendimi çok üzgün hissediyordum, içimden ağlamak geliyordu hep… Her şey beni şaşırtıyor ve endişelendiriyordu. Etrafımdaki her şey yabancıydı. Bunun farkına varmıştım. Yabancı olan her şey beni öldürüyordu.