Benim kendi başıma kalmaktan başka bir isteğim yoktu, iki hafta boyunca kitap okumak, yürüyüşe çıkmak, hayal kurmak, rahatsız edilmeden uzun uzun okumak, konuşmak zorunda olmamak, bir anlamda rahatsız edilmeden kendim olmak istiyordum.
Yıldızlar yanıp sönen sessizlikleri içinde öylece duruyorlardı; yalnız arada bir içlerinden biri elmassı dizinin içinden aniden ayrılıp yaz gecesinin içine kayıveriyor; karanlığın içinde vadilere, yarlara, dağlara, veya uzak sulara doğru nereye gittiğini bilmeden kör bir kuvvetle savruluyordu, bir insan yaşamının bilinmeyen bir kaderin sarp derinliklerine savruluşu gibi...
İnsan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep.
Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz.
Etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmiyoruz bile! Kitaplarımızı, hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız.
Hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Yaşamdan öyle kopuğuz ki, gerçek “canlı hayata” karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz.