“Vakanın seni çok alakalandırdığını görüyorum. Benden öğrenemeyeceğin çok şeyler var ki onları da burada okursun. Fikret, kalemini kalbinin kanına batırıp bütün acılarını bu sayfalara yazmıştır.”
“Senin güneşin hüzünlü Zeze. Yağmur yerine gözyaşlarıyla kuşatılmış bir güneş. Sahip olduğu gücü, yeteneklerini henüz kavrayamamış bir güneş. Senin bütün anlarını henüz güzelleştirmemiş bir güneş. Küçük, biraz mızmız bir güneş.”
“Daha da büyük, başka bir güneşten bahsediyorum. Her birimizin yüreğinde Doğan güneşten. Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimiz uyansın diye göğsümüzde uyandırdığımız güneşten.”
Karşıma çıkan insanlar nasıl da hiçbir şeye aldırış etmeden, keyifle başlarını sallıyorlardı, sanki hayatın içinde âdeta bir balo salonunda salınıyor gibiydiler! Karşılaştığım bakışların hiç birinde hüzünden eser yoktu, aynı şekilde hiçbir omuzda da hiçbir yük…Hatta bu huzur dolu gönüllerde belki de hiçbir bulanık düşünce ya da gizli bir acı bile bulunmuyordu. Ve ben bu genç ve yeni yeni filizlenmeye başlamış insanların arasında yürüyordum. Oysa mutluluğun ne demek olduğunu çoktan unutmuştum.
Bana asla zarar vermeyecek, başkalarının kötü davranmasına da meydan bırakmayacak birinin yanında olduğum için mutluydum. Ruhumdaki yalnızlığı ilk fark eden öğretmenimdi peder. Gözlerinden hüzün ve kayıtsızlık okunan, kimselerin anlamadığı o küçük çocuğun hüznünü ilk keşfedendi. On bir yaşımda verdiğim bütün mücadeleleri bilirdi. Bakılıp büyütülsün diye oğlu olmayan bir zenginin yanına verilmiş yoksul bir çocuğun öyküsüydü bu. Güneşin,özgürlüğün, yaramazlıkların efendisi bir sokak çocuğunun yeni bir ailenin içinde yersiz yurtsuz kalmasının, bir daha geri gelmemek üzere kayboluşunun, görmezden gelinmesinin, unutulmasının öyküsü.